Son gelişmelerden sonra garip hisler içindeyim. İyi bir şeyler olacak. Susan da öyle demiş.
"Sen olmadan hiçbir şeyin anlamı yok" diyor bir kız tvde olanca duygusallığıyla. Farkında bile olmadan dönüp kahkaha atıyorum ben de. Sonra kendimden korkuyorum. Ama her seferinde o kadar saçma geliyor ki bu tür sözler. Hepsi safsatadan ibaret sanki. Kendi eksikliklerimizi kendimiz karşılayamadığımızı farkedip, bu eksik tarafları başka birilerinde görünce, yapışıveriyoruz o insana. Muhtaç kaldığımız için de böyle sözler söylüyoruz.
Hep aynı hikaye işte. Biri birine aşık olur, diğeri ona aşık değildir. Sevmiyordur bile hatta. Ama seven taraf karşısındakinin eksiklerini kapatacağım diye elinden geleni yapar çünkü aslında onu sevmeyen birine kendini sevdirmeye çalışarak bir tür "challenge" eylemini gerçekleştirmek ister (ayrıca klişe ama kaçan kovalanır vb...). Sevmeyen taraf ise onu delice seven taraftan istediklerini alabilmek için kendini onu seviyor olduğuna inandırır. Hem böylesi ilişki bittiğinde daha iyidir. Bilinçsizce, ileride ilişkiyi bitirdiğinde bunun vicdan azabını çekmemek için kendini gerçekten sevdiğine inandırır kişi. Bu şekilde sevmeyen taraf seven taraftan istediklerini alana kadar sürer gider her şey. Her şey bittiğinde ise "seni sevdiğimi sanıyordum" denilir. Yapılan her şeyden el etek çekilir. Masum masum hayata devam eder sevmeyen taraf. Seven taraf ise bir süre çılgınca kendine eziyet eder genelde. Neden o zaman bitirmemiştim, niye bunu yapmıştım diye kendine kızar durur. Çünkü şöyle bir geriye baktığında sırf ilişkiyi sürdürmek için neleri feda ettiğini, kendinden nasıl ödünler verdiğini görmüştür.
Aslına bakılırsa o da, karşısındaki onu sevmeyen insanla aynı şeyi yapmıştır. Onu sevmeyen insan belki kendisini ve karşısındakini kandırmıştır her "canım" dediğinde. Ama o insan en azından kendinden hiçbir şey vermemiştir ilişkinin devamı veya karşı tarafın huzuru için. Seven insan ise kendini aldatmış olmanın verdiği çöküntüyle yüzleştikçe yüzleşir ilişkinin her anının tekrarı ve her iki tarafın da hayaletleriyle. Asıl özünü ilişkiye yansıtmaması bir yana, ne istediği gibi bir sevgi yansımıştır ona, ne kendini seviliyor gibi hissetmiştir adam gibi ve tüm bunlara rağmen sürekli kendinden eksiltmiştir. Aslında salt suçlu olanın onu sevmeyen taraf olmadığını ve kendisinin ona seve seve suç ortaklığı yapmış olduğunu farkeder.
Ama yine de bu senaryoda bir nokta var ki, o aklıma geldiğinde tüm suçu sevmeyene atıyorum. İlişki esnasında karşı tarafın onu sevmediğini en yoğun halde hissettiği o anlarda içine bir damla umut akıtılan seven taraf, tam da sevmeyenin enjekte ettiği bu umut yüzünden benim gözümde temize çıkıyor. Çünkü o umut tam da "o beni sevmiyor, sevmeyecek de; bitsin bu ilişki" dendiği anda kana karıştırılıyor. Bir anda tüm düşüncelerin seyri değişiyor. "Olabilir aslında evet oluyor gibi hatta" diyor sevilmeyi bekleyen kişi. Ama eminim ki bu umudu veren tarafa bu söylense hemen cevabı şöyle olacaktır: "Ben onu sevdiğimi düşünüyordum ama o zamanlar". Şu anda neredeyse tüm dünya milletlerinin muzdarip olduğu korku politikası benzeri bir şey bu da. Hepimiz biliyoruz ki dış dünyanın onlara saldıracağı hissi yaratılarak insanlar Bush'u seçti Amerika'da. "Nasılsa o bizi korur; her gördüğüne terörist diyor; silah endüstrisi aldı başını gidiyor, e silahımız varsa güçlüyüzdür zaten; allahın demokratı böyle mi yapar?" diyerekten hem de. İşte bu da elindekileri veya ona vaadedilenleri korumak, sahibiyetin devamlılığını sağlamak için en olmayacak şeyleri söyleyen, kendini görmezden gelen veya gelmiş gibi yapabilen sevmeyen tarafın karakteriyle ilgili yapabildiğim en iyi açıklamadır herhalde. Ve ben Bush'a tekrardan başkan seçen Amerikalıların sonuna kadar cezalandırılması taraftarıyım. Sanırım kimin tarafında olduğum belli.
Velhasıl, korku kötü bir şey. Bir ustanın dediği gibi "fear leads to anger, anger leads to hate, hate leads to suffering and suffering is the first path to dark side". O halde korkuyla başlayan, devam eden ve biten işlerden hayır gelmiyor diyelim. Korkaklardan uzak duralım ki bize bulaştırmasınlar içlerindeki o hastalıklı hissi. Hala her şeye rağmen korktuğumuz her şeyin içimizden geçmesine izin verelim ki bizi geçip gitsin. Ondan kaçmak yerine durup içimizden geçip gitmesine izin vermek daha makul bir çözüm gibi gelmekte bana. Çünkü onunla yüzleşmedikçe, onun karşısında zırhlarla durduğumuz müddetçe o daha da büyüyecek ve bir gün mutlaka bizi ele geçirecek eskisinden daha da güçlü haliyle.
O yüzden sürekli taraf değiştiren düşüncelerimle şu anki ülke gündemini yorumlamaya çalıştığımda, bazen laik kesim denen (bazen demokrasi aracılığıyla teokrasiye geçiş yapacak tek ülkenin biz olduğumuzu düşünüyorum maalesef ve hatta yakında şeriat gelsin mi gelmesin mi diye bir referandum yapılacak gibi geliyor), polarizasyonun en alasını sırf bu tanımla yaşıyor olan insanların korkusu haline gelen türban konusunu bazen "bırakalım herkes her istediğini giyinsin, çıkarsın bakalım rahat bırakınca hala takmak isteyecekler mi" derken, bir yandan da izin verilmesin ve türban takmayı tercih etmiş veya ettirilmiş kadınların aklındaki Allah korkusunu önce yoketmek lazım diyorum. Onu yaparsak her sorun çözülecek çünkü ama maalesef dünyada din kadar güçlü başka bir politika veya düşünce sistemi yok. Halbuki yaratana inanıyorsanız, ondan korkmak neden? Sevmek gerekmez mi? Sevgi de başı kıçı kapatmakla gösterilmez, ancak diğer yaratılanları severek mümkün bu. Tam bu esnada aklıma gelen bir sahne oluyor işte: "Perfume: The Story of A Murderer"ın kimin eli kimin cebinde sahnesi (başka türlü anlatamadım spoil etmemek için). İlginç çalışıyor insanın aklı.
Halbuki türban taktıkları için eğitim haklarından olan o kadınlar keşke bir yerlerde toplanıp, kafalarımızdakini siyasetinize alet etmeyin, biz sadece hakkımızı istiyoruz deseler. Erdoğan çıkıp da türbana siyasi sembol dediğinde "hadi ordan" diye tepki verseler. Öylesi hem onlar hem de ülke için daha rahat olurdu.
Biraz akıl fikir diliyorum insanlık ve kendim için.