Öyle işte. Bitti.
İlk kez bu yazın bitmesini istememiştim oysa ki. Heyecanla beklenen zamanların geride kaldığı bir yazım hiç olmamıştı belki de bu zamana dek. Bundan sonraki yazları da aynı heyecanla bekler miyim bilmiyorum ama bir zaman makinem olsaydı şimdi, belli günlere, anlara geri dönmek isterdim sanırım. Önce bir Temmuz gecesine, oradan da özlenen bir şehirdeki bir başka ana...
Şu anda başlayan I Want You isimli The Clientele şarkısı ise sanki içimi okuyormuşçasına sürüp gidiyor. Hemen sözlerini yazayım:
but i’ll never sleep like this
with all the yard just stirring in my mind
as the evening rises up and falls now
i’ve got something on my mind
and i see you’re working on a tuesday
back with no relief
and i see i’m walking everywhere
among the drifting leaves
and i want you more than ever
and i want you still forever
but i’m waiting for the very last departing train
and the night has come so softly
to this afternoon of memory
listen to my words just fade away
la da da da ...
and i want you more than ever
and i want you still forever
but i’m waiting for the very last departing train
and the night has come so softly
to this afternoon of memory
listen to my words just fade away
la da da da ...
here with douglas crecent on my mind
Susuyorum. Konu hakkında bir şey demeyeceğim. Seviyorum ve özlüyorum. Sırf bu yüzden bile mutlu olmalıyım zaten.
Sonra işte, bir de bir defter var, içini rengarenk kelimeler ve ifadesiz resimlerle süslemek istediğim... Yazamıyorum ona. O yüzden burada pratik yapıyorum. Gereksiz şeyler yazdığımın farkındayım da. Ama olsun. Dursunlar. Anları zamandan çalıp kilitlediğim odam ne de olsa bu.
Eylül sarı yapraklarını herkesin saçlarına kondursun, saçlar uçuşsun, yapraklar ağaçlardan değil de saçlardan dökülsün...