Çarşamba, Mayıs 30, 2007

fqqrk

Bu aralar ne çok şey yazmak istiyorum diye şaşırıyorum.

Balkonda oturup, müziğini dinlemek bu aralar pek keyifle yaptığım şey... Yazı bu yüzden seviyorum (zaten başka bir nedeni olmadığından sevmiyorum diyorum). Mesela bir de bu Pazar, Tuğba, iPod'um ve minik hoparlörleri ile bir parkta vaktimizi geçireceğiz gibi görünüyor. Dün bu fikir bizi oldukça heyecanlandırdı. Güneşin yüzümüze gözümüze girmediği bir öğleden sonra diliyoruz bunun için de... Umarım.

"was it loneliness that brought you here
broken and weak
was it tiredness that made you sleep
have you lost your will to speak
was the earth spinning round
were you falling through the ground
as the world came tumbling down
you prayed to god what have we done"

diyor şarkı. Tuğba'nın anlattığı o hikayedeki bir kare gözümün önünde canlanıveriyor bir anda. İlk kez bu kadar benzettim birinin anılarını benimkilere... Bir anda aklına esivereni yapan ve bu yüzden yerini yurdunu terketmek için çırpınan, buna rağmen olduğu yere hep takılı kalacağını bilen bir trajedi kahramanı o kız. "O"na "gideceğim ve beni aramayacaksın bir süre" dedikten sonra tek bir söz ile kalacağını bilmek ama hep gitmek istemek... O sözü duymayınca çekip gitmek ve kayıp geçen bir kaç günden sonra, "O"na geri dönmek ve utandırırcasına sevilmek, hoşgörülmek, şefkatle okşanılmak (bu iki kelime hep bir arada kullanılacakmış etkisi yaratmıyor mu?).

Hayatlar ilginç yerlerde kesişip, ilginç yerlerde ayrılıyor sanırım ve bu dünya bu kadar güzel olan hiçbir şeyin sürmesini kaldıramıyor... Sonra "rüya" deniyor onlara.

Salı, Mayıs 29, 2007

rgucm

Canım sıkılıyor. Bugünü hiç sevmedim.

Cumartesi, Mayıs 26, 2007

cause lately i've been losing my own

Zaman farkı olan bir dünyayı kınıyorum...

Ama yine de mutluyum. Sürekli mutlu olduğunu sayıklayan bir tip haline geldim... Merak ediyorum ne olacak da bozulacak diye bu mutluluk hali... Ama kötü düşünmeyeceğim çünkü "insan ne çağırıyorsa o oluyor" demişti. Doğru tabii...

Zero 7 ile ilk tanışmamı yazayım istedim şimdi de gecenin bir yarısı.

Sanırım 2004 yılıydı, bir gece oturuyordum Görkem'de. Ne ilginç yıllardı... Oturup oradan buradan konuşuyorduk ama kafamda olup bitenlerden yine kimsenin haberi yoktu o küçücük odada. Ben bir an için açık ve fakat mute halde olan Dream Tv'ye takıldım. Bir klip vardı. İlginç görüntüler. Hangisiydi hatırlamıyorum bile artık ama sesini açıp merakla dinledim. Güzeldi; çok güzeldi. Aklımdakileri anlayabilen ve düşünce/his balonumun içinde sanki hep ordaki boşlukları dolduruyormuşçasına ilerliyordu müzik... O kadar rahattı ki, başka bir şeye ihtiyaç duymaz olmuştum o 3-4 dakika içinde. O zamanlar dış dünyaya çektiğim duvara dokunmak bir yana, o duvarın zaten içinde, kozamın tam ortasında hissediyordum müziği. Güzeldi. Hala güzel...

Bu aralar yine yeniden dinlemeye başladım bu grubu ve tekrar o kadar sevdim ki... Yine bir koza halindeyken geldi ve beni buldu şarkıları. "Bu şarkı sana olsun" bile dendi.

Öyle...

It's December in May...

Mutlu ve yorgun hissettiğim bir gün. The Clientele denen grubu tanıdığım için mutluyum baya. Müziklerindeki yumuşak tanıdıklık, Lennon benzeri vokal, düşünceleri dinginleştiren, her şeyi slow motion'a almaya yarayan o hafif ağırlık. Tam da bugünüme; son zamanlarıma uygun...

Sanki iki senedir beklediğim zamanlar buymuş gibi geliyor, özellikle de mavi, krem renkli kareleri olan perdeler hafif hafif rüzgardan savrulurken. Düşünüyorum da ne kadar "ilginç" (bu kelimedeki sırrı farkeden bir biz -ben ve o- mi varız acaba? [-hayır, senden çok yaşamayacağım.]) zamanlar yaşamışım ve halen yaşamaktayım. Ben bir retro'yum bu aralar... Ama istemiyorum retroları. "O"nda da olmasın istiyorum. Herkes önündekilere baksın. Önündekilere bakmak "istesin". Kimse kimsenin elinden kayıp gitmesin... Birbirini görebilen insanlar olalım. Sessizce oturup, rahatsız olmayan o "b."lerden olalım.

Geçende, La Ritournelle ile ilgili, günlük gibi kullandığım moleskine'ime bir şeyler karaladım. Hatta sonra buraya da yazayım dedim ama, üşendim tabii... Hemen yazayım istiyorum tam da onu dinlerken.


"I believe in La Ritournelle. It is the song which assures me that I will find the ones i've been looking for, if i keep listening to it."


Bu şarkı kendini aylardır dinletip, soğuklarda, karlarda, içimdeki yürüme aşkını kabartmıştı. En fazla dinlediğim şarkı olmuş bir de baktım last.fm'de. Şimdilik 120... Dinlerken gökyüzüne, dallara, ağaçlara, bulutlara, çocuklara her seferinde bakma isteğiyle dolduğum, dinlerken tüylerimi 122. seferde bile ürperten, her seferinde "evet, biliyorum" dedirten bu şarkıyı hayatımın şarkısı ilan etmişim bile...

Sébastien TellierLa Ritournelle

Nothing's gonna change my love for you
I wanna spend my life with you
So we make love on the grass under the moon
No one can tell, damned if i do
Forever journeys on golden avenues
I drift in your eyes since i love you
I got that beat in my veins for only rule
Love is to share, mine is for you..

"The one" diye tabir edilen, benim uzun süredir unutup umudumu kesip, hayatıma "the one" fikri bile olmadan devam ettiğim zamanları geride bıraktıracak kadar güçlü ve inanılması çok güç ama "gerçek" bir şarkı.

Seviyorum... Her ikisini de.

b.o.s.s.u.o.d.b.s.v.b.g.u.d.b.d.


Sabahın ilk ışıklarıya gülümseyerek uykuya dalmak ne kadar güzel bir şeymiş diye düşünüyordum son zamanlarda. O zaman neden öyle görüntlemeyeyim dedim ve o anı beklemeye başladım. Yakaladığımda bu haldeydim

:)

Perşembe, Mayıs 24, 2007

123456789013456789

over the pond dinlemekteyim. hayatımda önemli bir yere sahip oldu bu şarkı da. gelişiyle bir şeylerin dökülmesi, ve dökülüp saçılanların bir türlü getirilemeyen sonları gelmiş oldu. şimdi geriye döndüğümde garip hissediyorum. bir yandan da bu yazı düşündükçe mutlu. gitmek istediğim yerler, görmek istediğim insanlar var. hatta birisi yazının başlığında gizli.

gülümseyerek huzurlu olabildiğim bir yer istiyorum... başka da bir şey değil.

iyi sabahlar...

Çarşamba, Mayıs 23, 2007

Gülümseyerek uyanmak

O kadar ilginç rüyalar gördüm ve o kadar mutlu uyandım ki bugün... En son ne zaman gülümseyerek uyandığımı hatırlamaya çalışıyorum uyandığımdan beri.

Uyanmak bu kadar mutlu etti... Uykuya dalması da... Hayata yumuşak inişler yapıyorum... Veya belki de tam tersi, yumuşak, sarsmayan kalkışlar yapıyorum... Bilemiyorum. Ama hep bu halde kalsam... Parklarda yapılacak yürüyüşleri düşünsem dursam. Sonra bir anda karşıma çıksa düşüncelerim, rüyalarım. Daha mutlu olsam.

In a haze a stormy haze,
I'll be round, I'll be loving you always
Here I am and I'll take my time
Here I am and I’ll wait in line always, always...

:)

Pazartesi, Mayıs 21, 2007

alışkanlık/sevgi?

Sona erdi. Kendiliğinden. Canım acıyor.

biffe

İnsanların bloglarında "dünyayı çözdüm ama gel de şimdi bunu insanlara anlat! neyse blogum yazayım da gören görür zaten" tadında, kendilerini meşgul, kafası karışık, çok düşünen, çok okuyan insanlar gibi gösteren yazılar yazmasından bıktım usandım. Gün geçmiyor ki bir blogda birileri ortaya çılgın bir fikir atmasın. Bu, sözlükteki "sözlükçülerin aforizmaları" gibi bir başlıkta toplanan, zaten hayatım boyunca başlı başına anlamsızlık abidesi olduğunu düşündüğüm aptal, salak, sahibini (oradan buradan laf söz çaldığımız bu günlerde ne kadar sahibiysek bir şeylerin artık) yüceltmekten(!) başka bir işe yaramayan saçmalıklara benziyor. Hatta evet aynısı. Herkesin kendini "unique" hissettiği günümüzde ne kadar da anonimiz aslında tam tersine. Anonimiz çünkü bilgiye kolay ulaşıp, onu kolay tüketebiliyoruz. Bir kaç saniye içinde dünyanın bilgisine ulaşınca, her şeyi biliyoruz sanıyoruz. Yok öyle bir şey diyesim geliyor ama dersem ben de tüm bu eleştirdiklerimi yapmış olurum. Ama olsun, varsın öyle yapayım.

Size sesleniyorum: YOK ÖYLE BİR ŞEY! (evet artık eleştirdiğim insan kitlesinin arasındayım ben de tekrardan, ben de geri dönmeyi bekliyordum)

İnsanların bir şeyleri tanımlamadan durabilmeleri için neler lazım acaba. Bir şeyi olduğu gibi alıp, onu o haliyle içselleştirmesi için. Ona duyduğu saygı o şeyin bükülüp eğilebilmesinden doğan defektlerin kendinde tamamlanmasından değil de, tamamlama gibi bir istek duymadan, kendiliğinden olması ne kadar zamanımızı alacak diye beklemenin bir alemi yok sanırım. Çünkü hep böyle oldu bu. Değişmesini beklemek aptallık olur kanaatindeyim.

Evet farkındaysa eğer okuyucu (bir tane kaldıysa şaşarım bu zamana kadar!) yine konuşmuş ve yazmış olmak için yazıyorum. Sanıyorum tüm bunları ilerde geçmişe baktığımda (srbst çğrşml bkz: lost flashbackleri) asıl yazmak istediklerimi hatırlatacak notlar olarak iliştiriyorum buraya, oraya, şuraya. Klasik bir "ben" davranışıdır zaten bu dolaylı yoldan anlatmalar ama çok açıkmış gibi yazmalar... Neyse.

Gelecekte ne olacak bilmiyorum ama gelecekteki ben'e demek istediğim şey:

What I am, You were,
What I will be, You are

Night night...

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

iujzzp

yazmak istedim. yazıyorum. bitti.