Pazar, Ağustos 30, 2009

"I hate you I hate you I hate you I hate you"


Şu fotoğraf 20 Ağustos'ta Viyana'dan Prag'a dönüşümüz sırasında çekildi. Çok güzel bir yolculuktu. Hiç öyle keyiflisini yaşamamıştım. Speşıl tenks tu O. ve korkunç navigasyon teyze.

Ağustos ayı bu sene nasıl bir aymış ben anlayamadım. Kendi etrafımda dönmüşüm de durunca şuursuzca bir yere yığılıp kendime durağan bir odak noktası seçmeye çalışıyormuşum gibi hissettim tüm ay. B.'Nun deyimiyle bir de leyleği havada görmüşüm. Çok gezmişim. Hakikaten de öyle oldu. Önce Adana, Ordan Ankara, oradan İstanbul, Prag, Viyana, Prag, İstanbul, Ankara, İstanbul. Leylek değil, leylek sürüsü görmüş olmalıyım.

Bir de ben tabii hikayenin geri kalanını bu sabah yazacaktım ve hatta sözde Pazar gününü bloga ayıracaktım ama, şu anda otobüsteyim ve İstanbul'a yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolum kaldı. Her ne kadar şu anda da yazabilecek olsam da gerekli görsel ve işitsel materyaller evdeki bilgisayarda olduğundan, ufak laptop ile ancak bunları yazabiliyorum. Dönüşte -ki nereye döneceğim, neler oluyor hayatımda ben bile yetişemiyorum hızına- yazarım artık diyorum. Şu anda geçmekte olduğumuz Abant'tan sevgiler gönderiyorum. Deerhunter da "You can't love what you can't like" diyor. Adeta birbirimizi tamamlıyoruz, süperiz, harikayız.

Cumartesi, Ağustos 29, 2009

Saçmalamaya devam in Prague Vol.1

Önce tam iki hafta öncesine dönmek istiyorum. B. ile beraber vizeye başvurumuz esnasında geyik olarak başlayan, "bir kutu lokum ve nazar boncuğuyla gidelim kalacağımız yere ve Katherina'ya verelim onları" geyiğimizi gerçekleştirmek için Oğuz Uzun adlı lokumcuya uğradığımız anların heyecanlı mutlu anı gibisi yokmuş onu anladım. Bilmediğin ama merak ettiğin bir yere gitmeden önceki günün o hissiyatı şimdi bile düşündükçe acı tatlı duygu bulanıklıklarına sebebiyet veriyor.

16 Ağustos Pazar günüyse pleasure delayerlar olarak D., A.C. ve benim sabah 7'de Ulusoy'la Atatürk Havalimanı'na kadar gidişimizin eğlencesi ve sessiz gülümsemelerini açıklamak için fazla duygusalım bugün herhalde. Aile isteği üzerine, pürel, limon kolonyası ve imunekslerimiz ile domuz gribi tehlikesine karşı hazırlıklıydık da hem.




Sonunda Atatürk'te orada evde yemek içmek için duty free çılgınlığından biraz içki, biraz çikolatayla Prag'a doğru uçuşa başlamışken, önümüzde oturanların yaramaz çocuklarıyla Türkiye-Çek Cumhuriyeti savaşlarına bile daldık. Çek Cumhuriyeti'nin ordusu güçlüydü. Bizi sınırdan geçme konusunda caydırma amaçlı gönderdikleri ciyak ciyak bağıran çocukları dil çıkarmalar ve korkunç yüzlerle alt etmeye çalıştıysak, onlar ise arkada oturan bizi çeşitli oyuncaklar fırlatarak sindirmeye çalıştıysa da yaklaşık 2 buçuk saatlik yolculuğun sonunda kimse ordusunu geri çekip silahlarını indirmedi. Ama biz Çek sınırlarına girmiş bulunduk. Sonuç 1-0.





Eve geldiğimizde ise Katherina bizi karşıladı. Residence Belehradska tüm sevimliliğiyle nihayet bizimdi. Tümden değil tabii. Sadece en güzel daireyi 8 geceliğine kiralamıştık. Güzel bir terası, içeri girdiğimiz anda ağzımızı iki yandan sonua kadar çekmişlercesine gülümseten çatı katı tavanları, yukardan aşağıya inen ve gökyüzünü görmemizi sağlayan pencereleri, güzel mutfağı, harika banyosu derken, sonunda yerleştik ve dışarı çıkmaya karar verdik. A.C. arada bir fotoğrafımı çekti. Ben bile inanamadım ben olduğuma, o kadar ilginçti ve güzeldi.





Dışarı çıktığımızda, daha ikinci günden itibaren suratına bakmayacağımız National History Museum'un görkemli kubbesini evden on dakikalık bir yürüyüş sonrasında gördüğümüzde, hepimiz salak gibi fotoğraf makinelerine saldırdık. Sonuç rezalet tabii ki. O fotoları buraya koyacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz çok fena. Velhasıl müzenin korkunç kokulu ve bir zaman sonra (ikinci geçişe kadar) geçerken midemizi kusacak kadar bulandıran ve lanetler ettiren o alt geçidini atlattıktan sonra Wenceslas Square'e adımımızı attık. Oradan sevimli birkaç foto çektik tabii. Hatta tam bulunduğumuz yerde gördüğümüz "The Biggest Irish Pub in Prague" levhasını gördüğümüz anda, absürd insanlar olarak yapacağımızı yine yaptık ve sekiz gece boyunca her fırsat bulduğumuzda gittiğimiz pub'ımıza doğru yol aldık. "Men wearing kilts in an Irish pub in Prague" şeklindeki epik mesajın B.'ya atıldığı Rocky O'reilly's adlı mekanda, devasalığını bilmeden dört tane sipariş verdiğimiz, halbuki sadece bir tanesin beş kişiye yeteceği Nachos ve Guinness'lerimizle ilk gecemize başlamış olduk. D. çeşitli biraları tadıp, ilerde açacağı bira blogu için tuttuğu moleskine'ine notlar aldı. Başka güzellikleri çekme amaçlı A.C'in benim türlü fotoğraflarımı çekmesi, A.C.'in ne kadar harika bir wing-man olacağı konusundaki şüpheleri ortadan kaldırdı.





Oradan Almanya'dan geziye katılan altıncımız O.'ı müzenin önünden aldıktan sonra, bir başka manyaklığımız olan taa oralara götürdüğümüz türk kahvesi, cezve ve fincanlarımıza doğru yol aldık. Terastaki kahve keyfinden ve sabaha kadar yapılan sohbetlerinden sonra ilk gecemizi sonlandırdık.

Sabah ise en saçma şeyi yaparak D. ile sözleştiğimiz gibi saat 9:30'da kalkıp market alışverişi yapmak için uyandığımda, cep telefonumun saatini bir saat geri almam gerektiğini unuttuğumda, 8:30'da kalkmışım. Sabah sabah terastan gördüğüm görüntü buydu. Hava sıcaktı. Terası daha da bir severek ve kimseyi uayndırmak istemeyerek gidip, o korkunç kronlar için para bozduracağım Muhammed amcayı tesadüfen buldum. Döviz bürolarıın yaptığı adilikleri bildiğimden havaalanında ve daha önceden yaptığım araştırmalar sonucunda 1 euro'nun 25 kron ettiğini okumuştum. Oranın da öyle olduğunu görüp içeri girdiğimde adamın bana nerelisin diye sorması ve benim verdiğim cevaptan sonra bana "Selamınaleyküm" demesi ve benim Prag'ta ilk sabahımda ilk söylediğim şeyin "Aleykümselam" olması başka bir diğer epik olaydı. Muhammed bizim resmi döviz büromuz oldu sonra zaten. Kendisi de Sudan'lıymış ve üç senedir yaşadığı Prag'ı hiç de sevmiyormuş. Kendisine buradan sevgilerimi iletiyorum.




Sonra o ne idüğü belirsiz, bir türlü alışamadığımız kronlarla, sabahın sekiz buçuğunda markete girip, Çekçe yazıları deşifre etmeye çalıştığım sırada D. beni aramasaydı ben yaptığım o salaklığı anlamayacaktım. Ama tabii dışarı çıkmıştım zaten ve marketteydim, tüm alışverişi el yordamıyla yapıp eve döndüğümde, herkes teker teker uyanmaya başlamıştı. Kahvaltı hazırlama girişimlerimde, hiç yapmadığım şeyleri yaptım. Mesela yumurtayı yaktım. Ama benim suçum değil bu. Tamamen aldığım o iğrenç peynirlerin suçu. Peynir delisi bir insan olarak onların tadına baktıktan sonraki hayalkırıklığımın boyutunu anlatmak için kelimeler yetmezdi ama o sırada evde olanlar yanık kokusundan farketmiş olmalılar. Her şeye rağmen güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamış bir insan olarak güne başladım ve hep beraber başladık yine bitmeyen yürüyüşlere.

Bundan sonrasıysa pek bir eğlenceli ama detay detay her şeyi yazamayacağım tabii ki. Yerimiz yok, olmamalı o kadar. Daha on dakikalık yürüyüşten sonra müzenin önünde dibimizde bitiveren Türk turistlerle birbirimize fotoğraf çektirmeler ve fakat olabildiğince Türkiye'den uzak durmak istediğimiz için o Türk çifti kötü amaçlarımız için kullanıp mendil gibi çöpe attık tüm konuşma girişimlerine rağmen ve kendimizi yine Wenceslas'a atıverdik. H&M delisi olan N. mağazayı görünce içeri daldı ve orada bitmek bilmeyen bir alışveriş seansı başladı. Ben ise içerde bir on dakika geçirip hiçbir şeyi beğenemedikten sonra, etrafta gördüğüm Radiohead konseri afişlerini çekmeye başladım. Bu reklam panolarındaki afişleri çekme geleneği de tam o anda başlamış bulundu. Her gördüğüm yerde çektiğim o panoları da, bundan ayrı tuttuğum Radiohead konseri yazısına saklıyorum.





Bütün gün Prag sokaklarını arşınladık tabii ki ve tam da ilk günde Vltava Nehri'nin Charles Bridge yakınında N.'yi Çek arılarının saldırısından kurtaramadık ve tam Charles Bridge ayağındaki Terrace adındaki sevimli yerde bir adet sarımsakla parmağına masajlar yaptık. Bu arada Wenceslas'la beraber en turistik yer olan bu köprüyü de gelmeden iki gece önce Cumartesi'yi Pazar'a bağlayan gece geçmiş olmam apayrı bir olaydı. Hemen ayağındaki pasajdan aldığım Pink Elephant'larla 30 krona (bir euro) içilen güzel biraların suçu hep bunlar.

Bu şehirle ilgili söylenecek çok güzel şeyler var ama. Aslında dönmeden iki gün önce Cumartesi günü D. ile yaptığımız iki saatlik delice keyifli ama aynı zamanda arnavut kaldırımlardan dolayı epeyce meşakkatli bisiklet gezisinden anladığımız kadarıyla sadece iki saatte gezilmedik yeri kalmayacak bir şehir Prag. Yaptıktan sonra bu geziyi ilk gün yapmış olsaydık diye çok hayıflandık zira, kenarda köşede kalmış, turistlerin bile bulmadığı devasa güzellikteki yerleri böylelikle keşfeder ve zamanımızın çoğunu oralarda geçirirdik diye düşündük.

Yollardaki büfelerde satılan sosisliler ve kokuları her ne kadar daha yemeden midemizi bulandırsa ve bizi kendinden uzaklaştırsa da, bu kokular şehrin büyülü güzelliğini bozmaya yetmiyor. Her köşeden ayrı fışkıran tarih kokulu binalar tüm diğer kokuları bastırdı orada kaldığımız süre boyunca. Etrafta Japon turist gibi gezmeme sebep olan Prag'ın sokakları için flickr account'u alacağım zaten ilerleyen günlerde ve oraya eklediğim fotoğraflardan da göreceğiniz üzere, her ne kadar dört gün orayı görmek için yeterli olsa da, şehrin turist olarak anlaşılamayacak aurasını görmek için aylar gerekiyor diye düşünmekteyim. Güneş ışığının veya yağmurlu kasvetli bir günün aynı anda delice yakıştığı sokakları ve binaları tek tek gezmek, kokularını içe çekmek, yaşamadığım, bana ait olmayan başkalarının anlamsız Prag anılarına etmiş olduğum tanıklığı hüzünle yaşamak, Mala Strana'daki balona doğru gittiğini düşündüğümüz yolda bulduğumuz sürekli Coldplay-Parachutes ve Massive Attack-Mezzaine albümleri çalan karavandan bozma mekanda biramı yudumlarken nehir kıyısına oturup ışıkların nehirde aldığı şekilleri izlemek, bir yerlere notlar almak, daha da hüzünlenmek ama her seferinde içimde nehirde gördüğüm kıpırtıların yansımasını hissetmek için bu şehre olabildiğince sık uğramaya karar verdiğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.








İlk gün bir de Old Town meydanındaki kilisede harika bir Mozart Requiem dinledik. Saat 7'de orada olmamız gerekirken, daha henüz kestirme yolları bilmediğimizden saat 6:40'ta taksiye binip yetişemeye çalıştığımız ve iki taksi tutup mekana doğru yol aldığımızda, taksilerin bu ülkede ne kadar kötü bir üne sahip olduğun biliyorduk ama hiçbirimiz bu kadarını beklemiyorduk. Bizden önce kiliseye varan D.,N. ve S.'in bindiği taksi 220 krona iki adım ötedeki kiliseye onları bırakmışken, bizimkisi onlardan sonra varıp bizden 175 kron (ç)aldı. Onların bizden önce oraya varıp daha fazla para vermesi hala anlayamadığımız ve güldüğümüz bir olay.





Konser sonunda ise çıktığımız ortama hiç yakışmayacak hareketler içindeydik. Gidilen bir Çek restoranının müzik yapan iki kişilik grubunu(Let It Be ve Shape of My Heart ile hatırlayacağım onları) hareketlerimiz ve ukalalığımızla gülmekten öldürdük. Söyleyemedikleri yerlerde biz söyledik, dalga geçtik, onlarla beraber eğlendik ki öyle bir eğlendik ki artık bir tanesi içeriye kapının ardına geçip kahkahalar atarak çalmaya çalıştı gitarını. İğrençtik evet. Oradan tramvay durağına geldiğimizde ise iğrençliklerimiz devam etti ve saçma fotoğraflar serisine başlanmış oldu. Onlardan Crystal Castles'a albüm kapağı olabilme potansiyeline sahip olanı ve diğer amaçsız haller...







Ertesi sabah ise uyandığımda mail kontrolüne girişeyim dediğimde Moderat röportajımın konserden önce soundcheck'ten sonra saat 4'e verilmiş olduğu haberini verdi bana Marit. Dünyanın en mutlu insanı oldum. Zaten ertesi gün sabah Viyana'ya bir yolculuk ve akşamında Deerhunter konseri beni bekliyordu. Tatilim giderek daha da güzel bir hal almışken, O. ile artık çocuğum gibi sevdiğim arabasıyla kale tarafına gitmeye karar verdik. Giderken tekrardan Gehry'nin ünlü dans eden binaları Fred v& Ginger'la rastlaştık. Selamlaştık ve onları danslarıyla başbaşa bıraktık. Mala Strana karşı taraftan daha farklıydı. Kalenin olduğu bu bölgeye Asya, Stare Mesto ve civarının olduğu tarafa ise Avrupa diyebilirmişim gibi geldi. Evlerin giderek daha da küçüldüğü Mala Strana civarı daha sakin ve düzenliydi. Tepeye kaleye ve karşıdan pek görkemli ve çekici görünen ST. Vitus katedraline yaklaştığımızda anladım ki Çekler yememiş içmemiş bina yapmışlardı tarihleri boyunca. Mimariye ve zanaat işine verdikleri enerjiyi güç sahibi olmaya adasalarmış, şimdi diş bilediğimiz Amerika yerine Çek Cumhuriyeti olabilirmiş de diyebilirim herhalde. Tepenin üzerinde yer alan bu bölgeden ise Prag'ın görüntüsü muhteşemdi. Zıplayarak fotoğraf çektiren turistlerden yer kalsa çok güzel rakı sofralarına eşlik edilebilecek bir manzara bu. Evet, Türk'üm.











Bu bölgede epeyce ünlü ve varlıklı olduğunu tarihini dinlerken öğrendiğimiz Çek Lobkowicz ailesinin evlerindeki aile koleksiyonlarını ziyaret ettik. Yukarıdaki fotoğraf da bu ailenin ilk üyelerinin portreleriymiş. ben bu fotoğrafı çeker ekmez yanıma gelen yaşlı teyze "nö fötö nö fötö" diye bir şeyler söylemese daha neler neler çekmiştim ama utanıp, Japon'luğuma ara verdim. Aile 14. yüzyıldan itibaren Çek Cumhriyeti topraklarının tarihinde önemli bir yere sahip. Ayrıntılı bilgiler vermeyi pek gerek görmüyorum zira bir ziyaretinizde burayı görmek isterseniz spoil etmiş olmak istemiyorum. Sadece ailenin en ünlü üyelerinden Joseph Franz Maximillian Lobkowicz'in Beethoven'ın patronu olduğunu ve ünlü 3. ve 5. senfonisi de dahil olmak üzere bir çok eserin kendisi için yapılmış olduğunu öğrenip şaşırıyorsunuz. Bununla kalmayıp bu eserlerin ve Mozart ile Haydyn'in manuscriptlerini de görüp mutlu olunabiliyor. Bu galeri benim dikkatimi Velasquez'in ünlü eseri Las Meninas'ın küçük İspanyol prensesi Infanta Margarita'sını galerinin kapısında görmemle ilgimi çekti. Zaten az önce verdiğim linkten koleksiyonun içeriğine bir göz atılabilir. Gerek yok ama gitmeden önce çalışmış olunur hem.

Kale civarında geçirdiğimiz birkaç saatten sonra Stare Mesto meydanına geri dönüş yaptık tabii hemen. Orada bizimkilerle buluşup muhteşem pizzalar ve Staropramen lightları midelerime yolladıktan sonra nihayet Astronomical Clock'ı gördük. Hemen fotoğraf makinelerine saldırdık ve turist olduğumuzu hatırlayıp yasa büründük. O geceyi orada burada dolanarak ve sevimli bulduğumuz publara girip çıkarak geçirip, O. ile ertesi günü erkenden çıkacağımız Viyana yolculuğundan dolayı eve erken dönmeye karar verdik. Aşağıdaki fotoğraflardan sonra Viyana yolculuğu ve Deerhunter konseriyle ilgili pek eğlenceli ve inanılmaz haberler/fotoğraflarla başka bir ara devam etme niyetindeyim. Bu başka aranın yarın sabah olma olasılığı ise epeyce yüksek. O zaman bizden ayrılmayın, şimdi reklamlar.


İstanbul ve pabucu

Kendimi bildim bileli istemiş olduğum bir şeyin, beni tam da o şeyi istemiyorken bulması ve yarısını kabul ettiğim, diğer yarısını ise Pazartesi uygun şartlarda kabul edeceğim bir teklifi önüme sunması inanılmaz.

İstanbul aşkımın tükenip gittiğini anlamış olduğum son bir haftada, pabucunun dama atıldığını fark eden salak şehrimiz beni kendine çağırdı. Pazar günü orada olacağım Rüüüü'nün yanında. Pazartesi ise "İyi tamam, geliyorum yatılı kalmaya" diyebileceğim bir görüşme beni bekliyor. Hayat bazen cidden saatlerce bakıp anlam veremediğiniz absürdlükteki bir fotoğraf veya resim gibi. Oraya taşınmak için tüm koşulların tatmin edici olmasını istiyor muyum emin bile değilim. Kalbim başka şehirlerde kalmışken, aklım oralarda dolanıyorken, İstanbul'un bu son ama biraz da geç kalmış hamlesine ne diyeceğimi bilmiyorum.

İstanbul bebeğim, bu hareketinle, terk edileceğini anlayınca sevmediği halde türlü bağımlılıklardan dolayı sevgilisine o zamana kadar vermediği değeri vermeye çalışan bir insana benzettim seni. Haberin olsun, o kadar uzaklara fırlatıldı pabucun, ona göre.

Perşembe, Ağustos 27, 2009

I was up in the clouds


Nereden başlasam bilemiyorum yazısına başlangıcı tam buradan yapmak isterdim ama başımdan aşkın işim, upload etmem gereken videolar ve fotolarla hayatıma keskin bir dönüş yaşadığım bugünlerde Pazar gününe kadar izin isteyeceğim buradan. Pazar günümü tümden buralara adayacağım zira anlatacak o kadar çok şey, gösterecek o kadar çok foto ve izletecek bir Radiohead - Lucky'm var ki hepsini ancak tüm gün bir düzene koyarak doğru düzgün anlatmalıyım. O zamana dek buralara bir adet Moderat bir adet de Radiohead fotoğrafı koyuyorum. Bakıp bakıp ne kadar büyük bir enerji patlaması yaşadığımı, şimdiyse tam da aynı sebepten nasıl güvenli kipte yaşamaya çalıştığımı anlayın diye.