Cumartesi, Ocak 31, 2009

Birkaç saniyelik zaman yolculuğu



Carrie'nin Big'in kravatını bağladığı sahne.
Uzun zamandır yaşamadığım zaman yolculuklarının tek tük kalmış harekete geçiricilerinden biri.
En son kravat bağladığım ana dönüş. Taksim, kırmızı, siyah, bağlayamayış, pes ediş, gülümseme...
İçinde bulunduğum zaman ve yerden birkaç saniyelik kopuş.
O süre içinde boş bir bakış.
Suratımda birkaç saniye önceki ifadenin asılı kalması.
Kendime geldiğimde yüzümü toparlama gerekliliğini hissediş.

Son.

Cuma, Ocak 30, 2009

Lotus Plaza - The Floodlight Collective

Bradford Cox'u akıl yaşı 13-15 yaş arasındakilerden beklenecek bir şekilde facebook'ta arkadaşı yapacak kadar hasta bir insanım ben mesela. "Allahım Deerhunter ne şahane gruptur!" temalı yazılarımdan birini daha yazmam istenmiyorsa, kabul edilsin hep beraber öyle olduğu, ben de susayım.

Bugün bu yazıyı bana yazdıran şey dolaylı olarak bu grup aslında. Lotus Plaza benim sevgili Deerhunter'ımın (evet benim) bir diğer yetenekli üyesi Lockett Pundt'ına ait olan bir yan proje. Steryogamın dediği gibi bir yan projeden beklenmedik ölçüde güzel bir albüm Lotus Plaza'nın The Floodlight Collective'i de. Henüz daha sadece Red Oak Way'i dinlemiş olsam da katılıyorum şiddetle bu yoruma.

Velhasıl, hemen dayanamayıp burdan da dinlensin istedim bu şarkı. Hani bazı şarkılar vardır, sizi tanımlayamadığınız kozamsı bir odanın içine sokar. O oda içinde yerçekimsiz bir ortamda ilk kez ve kim bilir daha sonra ne zaman yanından geçeceğiniz rengarenk nebulalara bakarak gülümsersiniz. Hatta belki de "Buraya bir şair yollamalılardı" falan dersiniz. Red Oak Way içimde, bana böyle bir tanımı yaptıracak bir yere koşarak tırmanıverdi.

Tanrı dream pop'ı, shoegaze'i ve güzel müzik yapanları korusun.

Çarşamba, Ocak 28, 2009

Real Estate - Suburban Beverage

Bugün ne bulursam buraya ekleyeceğim gibi geliyor. Real Estate diye bir grup dikkatimi çekti Reader'ımda gezinirken. Fake Blues adlı demolarından Suburban Beverage'ı dinlemek lazım.

Asobi Seksu - Goodbye

Güne Asobi'yle başlamışken, Citrus adlı aşık olduğum albümlerinden Goodbye'ın videosunu da izleyelim, öğrenelim.

Asobi Seksu - Me & Mary

Canım asabiysen de seksisin insanları video çekmişler, bana yollamışlar bloga koymam için. Kıramadım tabii.

Salı, Ocak 27, 2009

Var böyle şeyler, evet

Bir şey diyecektim ama bloga yakıştıramadım. Ağzıma yakışıyor ama... Çok isteyen olursa "Nedir?" diye bir telefon açsın, söylerim ben.

Pazar, Ocak 25, 2009

"Everyone is here..."

Kendi kendimle röportaj yapmazsam bir süre daha buranın boş kalacağını düşündüm ne alakaysa. Çok önemli bir şahsiyet olduğumdan ancak kendi kendime röportaj yapabiliyorum tabii.

Bu aralar ne yapıyorsun?

- Hiçbir şey. Kitap okuyorum, film izliyorum. RUtine bağlamış halde işe gidiyorum. Arkadaşlarımla özellikle de B., U., B., S. ve K. ile absürd anlamsız ama eğlenceli diyaloglar içindeyiz. Her gün bir yerlerde oturuyoruz. İçiyoruz, yiyoruz ve konuşuyoruz ama en çok da gülüyoruz. Sanırım gülme eylemini bu kadar rahat uygulayabildiğim, kendiliğinden güldüğüm başka bir dönem olmadı son bir senede.

Cidden mutlu musun peki?

- Yoo, illa ki mutlu olmak gerekmiyor kendiliğinden kahkahalar atmak için. Sit com izlemek gibi bir şey bu aralar yaşadığım. İzlerken kafamdakileri unutuyorum ve gördüğüm ve karşıma çıkan ,şükürler olsun ki, eğlenceli olan şeylere tepki veriyorum.

Herhangi bir değişiklik var mı hayatında?

- Yok ama iki tane haber bekliyorum geleceğime dair. Biri işimle alakalı ve eğer yaparsam neler olacağını merak ettiğim bir şey; diğeri ise kafama bir anda oluşan bir projeyi iki uygun insana anlattığımda gözlerinin parıldayışıyla beraber projesini yapmak istedikleri bir fikrim. Bu fikir gerçekleşirse ne ilkine ne de başka bir şeye kafa yorarım sanırım. Çok ilginç şeyler olabilir. Bu sene garip başladı.

Ne kadar farklı türden şeylere "garip" dediğinin farkında mısın?

- Evet, ama zaten her türden şeyin garibi olur. Ondan herhalde, ne bileyim.

İhtiyacın olan bir şey var mı?

- Vardır tabii... Yeni ve aklımı başımdan alacak müzik eksikliği çekmekteyim. Bir süredir eskilerle yetiniyordum ama son zamanlarda onlarla da aram pek iyi değil. Aklına bir şey geliyorsa çekinme, söyle.

Bir grup görmüştün ya dün... Hani ismi hoşuna gitmişti ve indireyim demiştin albümlerini. Onları dinlemeye başlasana.

- I ıh, canım kendi kendime bulduğum bir şeyi değil de, otomatik pilota bağlanmış gibi başka birilerinin tavsiyesini dinlemek istiyor. Ama ben bilirim kendimi, pek uyuzumdur. Müzik zevkini benimkine o kadar da yakın görmediklerimin tavsiyelerini pek kaale almayacağım kesin. Neyse, sen söyle ama akına bir şey gelirse.

Peki... Bu aralar üzerine düşündüğün bir konu var mı?

- Hayır. Her şey bomboş ve gayet olduğu gibi. Arada nefes almak güzel. Bir süre daha böyle devam edebilirim.

Son zamanlarda en sık dinlemek istediğin şarkı nedir?

- Mesela bugün tüm gün aklımda Frank Sinatra vardı ne alakaysa... Hatta tüm gün kendimi dilbilimine adamışken ve sanırım bir gün içinde yaklaşık bin (sayıyla 1000) kadar kelimeye onların en az üç katı toplamında eşanlamlı bulmaya tüm enerjimi harcarken, Strangers In the Night mırıldanıp durdum anlamsızca. Onun dışında bir de Asobi Seksu'nun albümü çıktı Hush diye. Büyük bir heyecanla dinlemeye başladım. Eskisi kadar gitar mitar yok. Öyle ses perdeli ayakkabı dikizleten bir müzik yapmamışlar ama olsun. Dream pop denen şeyin en iyi örneklerinden bir albüm bu ve bu şeyin iyisini bulunca dinlemek lazım. Dinliyorum ben de. Arada da Today is the Day dinliyorum Summer Sun versiyonuyla genelde. O şarkının da eskiden Today is the Day EP'deki daha bir hareketli canlı versiyonunu dinlemeyi tercih ediyordum ilk başlarda. Ne ilginçtir ki diğerine döndüm ve sanırım bu versiyonu artık daha çok seviyorum. Hüzünlü müzünlü tabii.

E nasıl oluyor sen kahkaha atarken hüzün müzün?

- Tabii garip oluyor. Tam eğlenirken aklıma düşerse o şarkı, literal anlamda değil de kavramsal olarak ağzımın ortasına patlatılmış gibi hissediyorum. İnsan aklı garip çalışıyor. Bir daha garip demek istemiyorum.

Tuhaf de o zaman.

- Hmm olabilir.

Seni şaşırtan bir şey oldu mu peki bu aralar?

- Aklımın istediğim zaman tıkır tıkır çalışıyor olduğunu ve istediğim zaman kendime duraksız bir şekilde çalışmayı bile hoş gösterebileceğini ve hatta istekli şekilde çaba harcayabileceğimi gördüm; o hoşuma gidiyor.

Ya canını sıkan başka bir şey?

- Kimse ilgilenmesin bununla, ben dahil...

2009'a bomboş girmiştin. Var mı şimdi bir hedef, umut bir şey?

- Yok. Beklentisizlik, sonunda elde ettiğimde kırılmasın diye "kid glove"larla, elimden kayıp gitmesin diye de sıkı bir şekilde tuttuğum bir şey. Uzun vadeli hiçbir şey olmasın etmesin. Güzel her şey. Kısa vadelilere bile ihtiyacım yok zaten. Ha bir tek beni delice konuşturabilecek birilerini bulsam nasıl mutlu olurum bir bilsen. Hani öylesine bir konuşma değil de, uzun süredir içimi açmadığım kadar açabildiğim ve hatta kendi kendime unutmuş olduğum veya belki de hatta keşfetmemiş olduğum taraflarımı bana hatırlatabilecek ve keşfedettirebilecek birini bulursan yollasan bu taraflara, çok iyi olabilirmiş miş miş miş.

Peki o zaman, aklımda olsun. Ben şimdi yatayım. Başka bir ara devam edelim. İyi geceler.

- Sana da.

Perşembe, Ocak 22, 2009

Birkaç gündür film izlemekteyim. Uzun süredir bu kadar yoğun halde film izlediğim olmamıştı. İyi oldu. Günlerdir sesim çıkmıyor zira film izlerken konuşmayı pek sevmiyorum. Bir süre daha bu halde olacağım sanırım. Şimdilik Danny Boyle'nin Slumdog Millionaire'ini, Ingmar Bergman'ın da Scenes From a Marriage'ını izleyin derim. Once adlı film de geç izleyip sevdiklerimden oldu. Bir ara belki üzerlerine bir şeyler yazarım gereksiz gereksiz.

Bu taraftan haberler bunlar. Sizden naber?

Cumartesi, Ocak 17, 2009

The Album Leaf - Over the Pond

"and our glowing eyes are filled with silent rooms alleyways and evenings that we found"

Bugün B. ve S. ile geçirilen fazlasıyla keyifli günden sonra eve gelip de odama girdiğimde, ilk yapmak istediğim dışarıdaki yağmur sesiyle senkronize bir halde içimi bir garip edebilecek albüm olan Suburban Light'ı açmak oldu.

Cameron Diaz'ı hiç sevmem aslında ama Vanilla Sky'daki "the saddest girl to ever hold a martini" sahnesindeki haliyle aklımda kazılıdır kendisi. Bu albümü dinlerken ben de öyle oluyorum sanki. Martini kadehi falan tuttuğum yok. Olsam olsam "the saddest girl to ever write a blog while listening to the clientele's suburban light" olabilirim. O da kalsın mümkünse; hem çok uzun... Kimsenin aklında öyle yer almak istemiyorum.

Bu aralar birileriyle konuşurken ben ben olmaktan çıkıyorum. Ağzım ellerim benden değilmiş gibi hareket ediyor. Gözlerim dalıyor gidiyor. Aklım tamamen dış mihraklarca ele geçirilmiş, ağzımdan çıkan hiçbir kelime ile bağlantım kalmamış gibi hissediyorum. Hiç alakam olmayan noktalarda kendimi olmadık şekillerde ifade ediyorum. Durumdan duruma değişebilecek sözler söylüyorum. Aslında çoğu gerçek değil. Şu aralar gerçek denen şeyin etrafında dahi bulunmak istemiyorum. Bununla alakalı sanırım her şey de.

Hiç aklımda yokken bugün ne zamandır yapmadığım bir şey yaptım ve tarot kartlarıyla oynayıp, bir şeyler saçmalayıp durdum. Benim için güzel şeyler söylendi ama hiçbirine inanmadım. Yay burcu, yükseleni İkizler, Ay, Merkür, Venüs, Uranüs'ü Akrep ve Mars'ı Oğlak biri olarak astroloji ve tarot zaten hiç inanmadığım şeylerdi(!) İnanmayın sakın bana da onlara da.

Bugün ilk kez bu kadar eksikliğini hissettim bir şeyin. O şeyin kendisini hayatımda var etmesi olasılığını düşünmek bile istemiyorum. Aklım bir orada bir burada dolanırken, konudan konuya atlarken, her seferinde durduğu yer tam da bu eksikliğin kendini gösterdiği yer oluyor. Ne olacak bilmiyorum. Parlayan o bir çift gözü aynada görmekten sıkıldım, karşımda görmek istiyorum sanırım.

Çarşamba, Ocak 14, 2009

"`Hayatımın fonunda çalsın istiyorum` gibi klişe cümleler falan... Hiç yakışmıyor"

Ne zaman Mùm dinlesem aklım uçuyor. Sonra toparlamak için yazı yazmaya ihtiyaç duyuyorum. Yazınca sanki her şey düzeliyormuş gibi uçarı ve hayali bir düşünceye sahibim. Kimsenin bu konuda beni haksız çıkarmasını isteyemeyeceğim.

Mùm'dan dolayı aklımın daha fazla uçmaması için Kronos Quartet'lerimi çıkardım. İçimde ne kadar saçma sapan kırıntı varsa hepsinin üzerine salmayı bir görev edindim. Önce zamanında H.'ın bana yüzlerce albüm yazdığı dvdleri buldum. Sonra onların içinden Kronos'ları seçtim. Bu adamlara hayranlığım o listeyi her gördüğümde artıyor. Alfred Schnitke'den Jimi Hendrix'e, Philip Glass ve Arvo Pӓrt'tan Sigur Ròs'a herkesi çalmış olan bir grup bu. Ha bir de sanırım Clint Mansell ile beraber bir The Fountain felaketi vardı. Felaket dediğime bakmayın, benim felaketim oldu o albüm ondan öyle bahsediyorum hakkında. Bir de Mogwai çaldılar mı her şey tam olacak diye düşünmekteyim.

Mogwai demişken, geçenlerde Mogwai ile ilgili bu zamana kadar nasıl olur da öğrenmediğime şaşırdığım bir şey keşfettim. Kendilerinin sene bilmemkaçta çekilmiş Zinedine Zidane üzerine yapılan bir belgeselin soundtrack albümünü yaptığını öğrendim. Çok şaşırtıcı değil mi? Yaa...Kanıt isterseniz tam burada. Ha bir de tam o last.fm sayfasından bir yorumu da iliştireyim albümle ilgili: "Was Zidane's life sad or something?" Hakkaten sorası geliyor insanın.

Onun dışında şimdi aklıma geldi de, son on yıldır en popüler terimlerden biri de "hayatımın soundtrack'i" lafı oldu belki de. Ne zaman bir şarkıyı/albümü/grubu çok sevsek, hemen hayatımızın soundtrack'i yapıverdik. En azından ben birkaç şey için bu lafı söyledm. Mesela spesifik olarak söyleyecek olursak, şimdi buraya yazarken aklıma gelip şu anda dinlemeye başladığım, zamanında "tavuklu makarna"dan hemen önce bir listede yer almış Sigur Ròs şarkısı "Svo Hljótt", Mogwai'nin "Take Me Somewhere Nice"ı veya Radiohead'den onlarca şarkıyı buraya sayabilirim herhalde. Bu dediklerim hala hayatımda soundtrack olsun istediklerim aslında. Bir de dönem dönem takılıp kaldığım ve öyle olsun istediğim ama hevesim geçince bir yerlere kaldırılanlar var. İsimlerini vermek istemiyorum zira bir gün açıp dinlemek isterim, trip atarlar, iTunes sapıtır, hata verir falan... Hiç ihtiyacım yok.

Böyle böyle bir sürü müzik hayatlarımızın arka planında dursun istiyoruz falan belki ama hani iyi bir müzik yapsaydım ben o müziği kimin hayatına fon müziği yapmak isterdim bilmiyorum. Mogwai elemanlarının da herhalde Zidane sevgisi olmasaydı, o albümü yapmazlardı. İki tarafı da birbiriyle ilişkilendirmek pek ilginç. Ben bir aydır daha yeni yeni alışıyorum o albümün varlığına mesela.

Şimdi aklıma geldi de, arada bir eğlenmek için insanların hayatlarına fon müziği seçmek de zevkli olabilir. Onların yaptıklarını o müzik eşliğinde izlemek, hatta o müziğe göre onlara tepkiler vermek de fena bir fikir değil sanki. Klipteymiş hissiyatı yakalanabilir. Veya canımı sıkan bir insana sevmediğim albümlerden soundtrackler hazırlamak (bkz: seni kınıyorum ve sana çok pis soundtrackler hazırladım) pek keyifli. Sevdiğim adamın hayatı için kendim için seçtiğim fon müziklerimi kullanmak da ilüzyon ve ötesi durumlar yaratabileceğinden pek yıkıcı olur diye düşünüyorum. Aman aman... Her şey ayrı ayrı daha güzel.

Sigur Rós sponsorluğunda bir rüyaya daha yelken açayım diyorum. Güzel rüyalar göreyim, harika bir sabaha uyanayım. Andvari hissiyatında bir gün geçireyim. Hoplendik moplendik ama gizli gizli "I love youuu" diyor bu şarkıda Jónsi bir de. Ha tabii o "I lóve yòú"dur olsa olsa. Kimse duymasa bile ben duyuyorum. Öyle evet.

Cuma, Ocak 09, 2009

AC

Pitchforkmedia'nın Animal Collective'in son albümü Merriweather Post Pavilion'una 9.6 (Oha!) vermesi üzerine bir sitede yazan şahane yorumu yazmak istiyorum:

"six minutes of a casio beat with vocals so effects laden you can't make out what they're saying is a 9.6???
this band is garbage, go listen to the residents instead."

Tebrik ediyorum yazan anonimusu.Ben de bu grubun yaptıkları müzikten hiçbir şey anlamıyorum. Son albümlerini de bir dinleyeyim dedim ve fakat ikinci şarkıda "eeeh yeter" diyerek kapadım tam da bu yorumun sahibi gibi düşündüğümden. Bu da son yazı olsun onlarla ilgili yazdığım.

The Walkmen - Red Moon (Black Cab Sessions)


The Walkmen from Black Cab Sessions on Vimeo.

Vicky Cristina Barcelona (or how i couldn't like an Allen movie)




Bu filme gittim evet. Ve hani güzel hisler içindeydim geçen hafta bugün gösterime gireceği haberini aldığımdan beri. Fakat Cassandra's Dream'deki gibi kocaman bir hayalkırıklığı oldu film. Kaç verirdin derseniz, bunun gibi bir çok film bulunabileceğini düşündüğümden Allen'ın hatrına 6.5 falan verirdim herhalde.

Ne istemediğini bilen ile ne istediğini bilen Stuff White People Like kadınlarının birbirlerine dönüşmesi soslu Vicky Cristina Barcelona'yı, Woody Allen delisi bir insan olarak pek de beğenemediğimi söylemem gerekiyor. Amerikan orta sınıf beyazlarıyla dalga geçmesi, İspanya'da Gaudi'lerin Mirò'ların etrafında çekilmiş olması, Javier Bardem, Penelope Cruz ve Scarlett Johanson'un oyunculuğu da kurtaramadı filmi. Zaten filmi benim için baştan kurtarabilecek Allen'in yönetmenliği bile yetmedi.

Bir tek sempati besleyebildiğim karakter Penelope'ninkiydi. Kendisinin bağırış çağırışlarını pek bir hoş bulduğumu söylemem lazım. Aynı şekilde Amerika'dan Barcelona'ya biraz heyecan için gelmiş iki kadının tutkuyu zaten çoktan kaybetmişolmaları ve fakat Maria Elena'nın Avrupa'lı sanatçı kadın figürü olarak tutkunun ta kendisi olduğunu görebilmek hoş ama maalesef bir klişeydi zaten. Amerikan toplumunun "geçici bir şey" tavrını eleştiren ve bu gelenekten gelen kadınların öykündükleri Avrupa'da ancak "tuz" gibi eksik bir bileşen yerini tutabileceğini göstererek baya bir eleştirel davranmış Allen diye düşünmekteyim. Zaten Vicky'nin Katalan Kültürü üzerine yüksek lisans yapması tam bir Stuff White People Like konusuydu ve artık bu gibi Amerika Avrupa karşılaştırması klişelerinden Amerika'nın bu öykünmeci tavrının gözüme fazla fazla sokularak bir klişe haline gelmesinden midir bilmiyorum, Allen bu filmiyle ağzımda sinema çıkışı yavan bir tat bıraktı. Neyse ki çıkışta içtiğimiz kahve ve yediğimiz waffle durumu kurtardı.

Bu filme "şahaneeee" yorumu yapan insanları kınıyorum esefle. Neresi şahane bunun? Hiç mi Woody Allen izlemediniz? Bu filme klişe denmiyorsa daha hangi filme klişe denebilir? Hiç mi izlemediniz bunun gibi bir hikaye? Allen'ın Cassandra's Dream'i hayatımda izlediğim en kötü Allen filmi ise bu film de onun tam üstünde yer alıyor artık diyebilirm rahatlıkla. Kaldı ki o çok eleştirdiği Stuff White People Like insanları ancak bu filmi beğenebilir diye düşünüyorum. Woody Allen filmi sevmek ve hatta onun bu son dönem Avrupa sevdasıyla yaptığı filmleri sevmek, naif entelektüelliğin baremi olarak algılanıyor olmalı sanırım. Ama benim Allen'ı sevmemin nedeni onun dürüst olması ve karakterleriyle kendisi arasında yarattığı gerilimdir. Filmlerinde her şey en olduğu halde verilir. Karakterin neler düşündüğünü biliriz. Bir eleştiri var ise Woody bunu karakterini saçma durumlara sokarak yapar. Hiçbir zaman gerçek hayatta olabileceği gibi cezasız bırakmaz ve her seferinde de karmik bir hesaplaşma vardır ve bu hesaplaşma esnasında karakterleri yaratan kişi vasfına rağmen, onun zaferi olarak sonuçlanacak kadar tanrı yerine koymaz Allen kendisini. Vicdan azapları çeker karakter bazen, bazen de en olmadık yerde mutlu olur. Ama bu filmde beyaz Amerikan toplumuna yapılan bu eleştirel bakış çok dolaylı yapılmaya ve alttan alta izleyiciye hissettirilmeye çalışıldığından karakterler kendi başlarının çaresine bakıyor ve Allen her zaman yaptığının tam tersine, "Sizden sıkıldım artık çok salaksınız, uğraşamayacağım ne haliniz varsa görün" gibi bir tavırla bitiriyor filmi. Belki de İspanya'yı ziyaretinde orada bir süre kalmak isteyince vakit geçsin diye klasik emekli insanlar gibi bulmaca çözmeyip film çekeyim bari gibi bir hissiyatla elindekileri değerlendirdiğindendir gibi düşüncelere bile kapıldım; o derece bağlantı kuramadım Woody Allen ve bu film arasında.

I-ıh...

Uzi and Ari - Asleep in Armor

Bu şarkının klibini de buraya iliştirmiştm bir yazı ile ve fakat bugün dayanamayıp bir de dinlemeyenler dinlesin diye tekrar eklemeyi istedim.


"arguably the best Radiohead song"



Başlıktaki tanımı ve nereden alıntılandığını söyledi dün bana birisi. Bilmediğim insanların ordan burda okuduğum ve dinlediklerime rastlayarak yorum yapmasına bayılıyorum! Bu şarkıya bayıldığım kadar hiçbir şeye bayılmıyorum fekat. "I will eat you all alive, there will be no more lies" diyor mesela şarkı. Hemen aklıma şu entrym geliyor. Çok bir sevgi dolu olduğum, sevgi denen şeyin en alasının içinde güzel günler geçirdiğimiz günlerden 22.05.03 tarihli olanında "sevgiliyi yemek" başlığına yazmışım. Paste ediyorum.

"aslında sevginin en saf dışavurumudur... aşkın ego tatmininden başka bir şey olmadığı şu günlerde, beraberliklerde aslolan, karşı tarafın "sizi sevmesi", "sizi sizin istediğiniz anlarda sevmesi" ve "sizi hep sevmesi" olduğu için beklentilerin bencilce oluşundan yola çıkarak aslında "sevgiliyi yemek" durumunun ne kadar da masumane ve içten olduğunu görürsünüz... sevgilisini yiyen biri sevgilisini, onun karşısında durup ona güzel sözler söyleyip, onunla seviştiği için sevmiyordur; bencilce onun bunları yapmasını beklememektedir; onun için esas olan herşeyden üstte tuttuğu sevgisidir. bu yüzden sevgilisini yemiştir..."

Ve gideyim istiyorum ama gidemiyorum. Daha fazla ne yazabilirim bilemiyorum. Baya bir içimde birikmiş bir şeyler var birkaç gündür anlamıyorum nedir onlar ama teker teker çıkması lazım. Midemi bulandırıyorar ama ilk defa kusamıyorum.

Bu şarkıyı dinlemeye her başlayışta, ilk dinleyişim geliyor aklıma. 2004'ün Kasım'ı gibiydi. Sanırım 1 sene falan olmuştu albüm çıkalı veya hatta evet evet daha fazla. Ben albümü dinleemiştim özellikle zira daha diğer Radiohead'lerden başımı kaldırmak istemediğimi ve daha fazlasının bana kaldıramayacağım bir yük olacağını düşünüyordum Sonra bir gün ne alakaysa, sokakta yürürken cd'yi çıkarıp takmıştım. O zaman discmanler vardı tabii. Hey gibi hey... 2004'e o zamanlar diyorum falan. Neyse... Bu şarkıya gelene kadar beynim kısım kısım yanmıştı zaten. En sonunda bu 'I'll eat you alive"ı da duyunca, sokakta kaçacak delik aramıştım adeta. Hani bazen izlediğiniz bir filmde veya bir dizide bir karakterin hareketlerine karşılık tepkiler verirsiniz -örneğin, ben The Office izlerken Michael'ın girdiği durumlara aşırı tepki veriyorum, utanıyorum, sıkılıyorum, oturduğum yerde ezilip büzüşüyorum, suratım şekilden şekle giriyor. Bu şarkıya da böyle fiziksel bir tpki vermiştim. Önce koşarak uçmayı deneyesim gelmişti. Sonra azıcık kalan aklımda kendime mukayyet olmuştum her nasılsa. Sonrasında da

"I can watch but not take part
Where I end and where you start
Where you, you left me alone
You left me alone"

derken Thom, yüzümün girdiği şekillerin kıvrımlarında kaybolmak istemiştim. Haytımda ilk defa birini sevmenin ne kadar ağır bir şey olacağını hissetmiştim. Bir yandan da hiçbir zaman daha fazlasını çekemeyeceğimi bildiğim bir aşk acısı çekiyor olduumun farkındalığıyla ayakta durmaya çalışıyordum. Sanırım "Gazi" gibi bir paye verilecekti bana gibi bir şeyler düşünüyordum. Nasılsa daha fazlasını çekemeyeceğim aşk konusunda -ki o sırada aileme bir şeyler olsaydı ancak o kadar üzülürdüm gibi bir şeyler düşünüyordum da ara ara- diye düşünüp, bokunu çıkarana kadar o hissi tüm ağırlığıyla sırtıma yükleyerek kalbimin, aklımın ve benliğimin üzerinde tepiniyordum. Hala yapıyordum bunu ben bir sene öncesine kadar da neyse ki biraz daha akıllandım. Ama haklıymışım, o zamandan sonra kimse canımı o kadar acıtmadı. Arşiv ve hafıza takıntılı bir insan olarak iki hafta boyunca ne yaptığımı kesinlikle hatırlamadığım bir ikibinüçekimbaşı dönemim vardı ki hala nasıl neler oldu bilmiyorum. Hatırladığım tek şey rüzgar, fırtına, ağaçların yaprakları, önünde oturduğum duvarın üzerindeki çatlaklar, ileride görünen bir çatı katının mavi brandaları... Sonra annemin sesiyle o zaman dilimi içinde hatırlamadığım bir anda birkaç dakikalık bir uyanış. Ağzımdan ağlamadan çıkamayacak olan o sözler. "Gelme" deyişim. Uyuz soğuk bir kız çocuğuyum anne babama karşı.

Velhasıl şimdi dönüp bakıyorum ne hayal gibi hatırlanan bir dönem var o dönem dışında ne de o derece o kadar yası tutulan başka bir aşk veya başka bir olgu. Hepsi de ucundan kıyısından girişmişler bozmaya içimdeki kalın tabakayı. Bazıları başarırmış gibi hissettirmiş ama aslında uzun vadede "everything in its right place"miş falan filan...

Bu şarkının hatırasından buralara geldiğime de inanamıyorum şu dakika. Sounda işte "I will eat you all alive, there will be no more lies" diyor ya. Ben o ada o şarkıyı albümün en güzeli ilan etmiştim. Sonra zaman geçti ben hissel olarak bir hödük haline geldim -ki şu anki halimle (bkz: divina). Myxomatosis'i tercih eder oldum. Üstüne daha da beter "A Punchup Drunk at a Wedding" dinlemeye başladım. Sonra ama dönüp dolaşıp aynı yere geldim: bu şarkı.

Yazıya başladığımda bir şeyler yazasım var ama bilmiyorum gibi bir şeyler düşünüyordum ve yazmışımdır da eminim. O kadar üşeniyorum ki bakmaya. Eh işte çarşıdan aldınız bir tane eve geldiniz bin tane oldum. Matruşka gibiyim vesselam.

Ha bir de şarkının delik deşik edilmemiş tek yeri var aslında onu da burada dillendirmeyeyim. Bir gün hakikaten öyle hissettiğim bir ara güzel hislerle tepeden tepeden onu buraya yazı başlığı yapayım istiyorum.

Çarşamba, Ocak 07, 2009

"Take it with the love its given..."

Last.fm'de müziklere koyulan taglerin bir serisi de bende var. Yalnız benim taglerim tam da benden beklenebileceği gibi oldukça kişisel. Örneğin yağmurlu bir adada dinlenebilecek şarkılar vey karlı bir adada dinlenecek şarkılar diye iki tane tag'im var. Tabii şair burada Lost adasına değil İzlanda'ya sesleniyor. Bir diğeri de mesela iminlovewiths. Bu şarkılar tabii ki en sevdiklerim oluyor. Tabii ben bu tag'i kullanmaya başladığımda last.fm henüz "Loved Tracks" denen naneyi eklememişti siteye. Ama olsun ben itinayla ekliyorum şarkıları o tag altına.

Tabii bu akdar kişisel olmaları benim çok işime yarıyor bu taglerin. Mesela post-rock diye bir tag'im olsaydı last.fm kullanıcılarının post-rock diye taglediği ne var ne yoksa dinleyecektim. Ama benim spastik ve pek bir antik kuntik taglerimi kimse kulalnmayacağından (akıllarına geleceğinden şüpheliyim) o tag'e ait radyoyu dinlemek istediğimde tam da benim eklediklerimi dinliyorum.

Bu taglerin içinde bir tanesi var ki, 2007 civarlarında pek bir mutsuz hissettiğim bir anda "to the one i still don't know who" ismiyle tag dünyasına bomba gibi düşmüştü. Bu tag'in amacı bir gün olur da biriyle karşılaşırsam, onun buna layık olduğunu düşünüp ona yüzlerce şarkı hediye etmek değil aslında. Bir gün olur da biriyle tanışırsam ve olur da kendiliğinden bu tag'i ona yollarsam o kişiyi o zamana kadar kimseyi sevmemiş olduğum kadar sevdiğimi farkedeyim diye yapıldı o tag. Ha evet her ikisi de aynı kapıya çıkıyor gibi görünüyor aslında ama ilki zaten verilmiş olan bir "o" kararı üzerine yollanırken, diğerinde durum tam tersi yani tag önce o kişiye ulaştırılıyor ve anlaşılıyor ki "Aaa bu o sanırım".

O tag altında bulunan her şarkıyı tek tek bu etikete yapıştırırken, o kişiyle olan olası bir ayrılıkta tüm o şarkıları çöpe yollayacağımı düşünüyorum. Yani hani saatli bomba gibi. Zamanı geldiğinde patlayıp yokedecek üzerinde olan sizin o çok sevdiğiniz eşyanızı gibi. O şarkıları vereceğim adam bir gün burayı okursa ona bir çift lafım var (burayı okumasanız da olur lakin okuyan kimsenin "o" olduğunu düşünmüyorum nasılsa):

"Mutlu ol yeter! (bu laftan sonra beni bırakabilirsin ama çok şirinim evet) Bunalım bunalım her şeyi mahvetme, elinde olan şeyin değerini bil. Bu şarkılar sana öylesine verilmedi; hediye edildiler. Benim senin için şu ana kadar yaklaşık iki senedir biriktirdiğim ve kim bilir seni bulana kadar daha kaç şarkının daha ekleneceği o tag'in değerini bil. Seni ne kadar çok sevdiğimi, sana gelene kadar ne salaklıklar yaptığımı ve dolayısıyla piç ettiğim her şeyi, ne aptal adamlarla tanışıp nasıl gerizekalı davranışlar içinde bulunduğumu, neler dinleyip ağladığımı, şu anda olmayan seni düşünürken neleri dinlediğimi o şarkılar sana anlatacaktır. Bir nevi fotoğraf albümü gibi yani. Daha gerçeği belki de. Hayatımın senin dahil olmadığın bölümlerine doğru bir zaman yolculuğu yaptırıyor; böyle de über kuul bir şey. Ha tabii bu playlist sana, bu zamana kadar kimseye verilmedi ve senin oldu diye havalara girme gibi bir hak vermiyor. Gerçi sana verildilerse kıymetini bilir ve öyle davranışlarda bulunmazsın sanırım ama olsun ben yine de hatırlatayım istedim. Ha bir gün beni bırakmak istersin falan, o vakit o şarkıları da alıp cehennemin dibine gidebilirsin. Öyle."

İstiyorum.


DSC_8119-98
Originally uploaded by rwhannan
Öyle.

Salı, Ocak 06, 2009

Genesis ✞ House

Bugün akşam tam programıma başlamışken sevenlerimden gelen faksları okuyordum ki, Ayça adlı bir izleyicim bana bunu yollamış. Aaa artık faksla video da yollanabildiğini bilmiyor muydunuz yoksa?!

Bir ara şöyle bir yer yapılsa da gidebilsek mesela.


GENESIS † HOUSE from PLANDA on Vimeo.

Pazartesi, Ocak 05, 2009

"... and so on, and so on..."

Artık bir mekana gidildiğinde, insanların ellerinde giderek daha da fazla fotoğraf makinesi görmemin nedenini Facebook'a bağlar oldum. Her an itinayla belgelenip, insanlara nasıl yaşandığı an an ifşa edilecek diye Japon turistlere döndü herkes; bok var tabii, çekin.

Velhasıl otomatik pilota bağlıyorum müziğimi bir kaç gündür. Gidilen rotadan pek hoşnutum. Rotayı belirleyen ben değilim Yo La Tengo ama şu an kendim için çizebileceğim en iyi rotaya o kadar paralel ki kendileri, albümleriyle ben kitap okurken, turuncu ve yeşil perdeli odamda bir şeyler karıştırırken, yazı yazarken, birilerine bir şeyler anlatırken hep fondalar. Onlar dışında başka bir şey dinlemek istemiyor oluşum mutlu ediyor çünkü öyle ilginç ve kendiliğinden oluşmuş müzikleri var ki, insan kendisini bu müzikle doğal olarak uyumlanmış görünce "Aaa ben iyiyim galiba" diyor. Bir nevi "turnusol kağıdı" (Aman tanrım! Bu lafı da kullandım sonunda haha).

Bir de az önce, Facebook demişken, çok feci stalkerlık yaptım bu sitede. 15 yaşında olup da kendilerini pop idollerini bulmaya adamış genç kızların yaptığı gibi bir şey denedim. Eğer tutarsa söylerim. Komik miyim neyim?!

Neyse, Zizek izleyelim, daha da çok eğlenelim :)

Yo La Tengo - I Heard You Looking

Fonda Yo La Tengo varken, kitap okuyarak geçen bir gecenin ardından... Abartmıyorum ki çoğu Yo La Tengo şarkısı gibi bu da dünyanın en güzel şarkılarından biri.

Cumartesi, Ocak 03, 2009

"Another day, come and gone, Don't think i can ever sing that song"

Öncelikle hemen söyleyeyim, başlıktaki sözler Yo La Tengo'nun Today is the Day adlı rezil şarkısına ait. Ben önce Today is the Day EP'indeki halini dinleyip sevmiştim. Sonra şu anki dinlediğim Summer Sun'la karşılaştım. Şarkıya bir kez daha aşık oldum. Ama eminim ilk anda EP versionu daha parlak ve heyecanlı gelecektir çoğu insana.

Bu Summer Sun albümü versiyonu:
Yo La Tengo - Today Is the day

Bu da Today is the Day EP'indeki hali:
Yo La Tengo - Today Is The Day

Yine obsesif halde belli şarkılara takılmaya başladım. Pek iyiye işaret olmasa gerek bu. Ama ben yine de iyiye yormak istiyorum her şeyi. Bu şarkıya takılışımı da güzel şeylerin yakında olacağına dair bir işaret olarak gerekçelendirmek istiyorum her ne kadar şarkı öyle demiyorsa da... Olsun. Hem zaten her zaman güzel şarkılar güzel şeyler getirmiyorlar. Mutlu mutlu dinlenen bir şarkı sonra bir tarafımıza girecek bir halde karşımıza çıkabiliyor. Durum böyleyken bu şarkıyı şu anki ruh halimle dinliyor oluşum gelecekte de böyle dinliyor olacağım anlamına gelmemeli bence. Bence yani...

Bir ara 2008 şarkıları yapacağım. Dosya hazır ama zip haline getirilip upload edilmeyi bekliyor. Üşengeç bir limonum bazen.

Limon demişken bu spotan çağrışımın peşini bırakmayıp birkaç saniye durup "niye limon?" gibi bir sorunun cevabını bulmaya çalışayım istedim ve farkettim ki bu aralar yüzümün rengi hakikaten de bu rengi almış. Bilmiyorum neden ama pek iyi görünmüyorum sanki. 2009'a girdiğimiz günün sabahına uyandığımda gördüğüm rüyanın da hastalıklarla dolu bi rüya olması neye işaret onu da anlamıyorum, pek anlayasım da yok ayrıca. Hayır bir de gayet eğlenceli girilen bir yeni yıl var güya ortada ama 2009 hiç de yeniymiş gibi hal ve tavırlarda değil. Hatta oralı bile değil. Sana söylüyorum!

Ayrıca aklıma geldi de, hastalık çağrışımlı bir renge ve imaja sahip olan bu meyvenin aslında hastalık önleyici bir şey olması pek ilginç. Tasarımında estetik olarak pazarlama mantığına değil de işlevselliğe yer verilmiş meğerse.

Bu şekilde sabaha kadar saçmalayabileceğim bir gecenin ortasındayım o yüzden susuyorum. Dinleyiniz şarkıları. İtinayla; ilk ve son cümlelere vurguyla.

Cuma, Ocak 02, 2009

Mutlu Yıllar!

Güzel bir yılbaşı partisinden keyiflisi olmuyormuş bazen. İyi seneler!