Perşembe, Aralık 04, 2008

Önemli olan iç güzelliğidir


edicisum from candas on Vimeo.

Bu adamın adını birkaç sene önce H. vasıtasıyla duymuştum. 2d bir animasyonu vardı izleyip, beğenmiştim de. Pek genç olmasına rağmen böyle güzel bir iş çıkarabilmesi hoşuma gitmişti. Sonrasında bugün yine H. beni dürttü ve Candaş Şişman'ın Vimeo'daki videolarına giden bir link yolladı. Yalnız bu sefer durum farklıydı. İlk gözüme görünen şey bu yukarıdaki videoydu ve ağzım açık, salak salak izledim. Aklıma gelen ilk cümle bu adamın seslere özel hatta tabiri caizse "haute couture" videolar yaptığıyla alakalıydı. Sesler ve görüntüler arasındaki bağlantıların birbirlerine eşini bulmuş puzzle parçaları gibi tutunduğu videolar sayesinde geçenlerde soyut sanatla ilgili bir şeyler yazayım dediğimi hatırladım. Yazayım o halde.

Soyut sanat denen hadiseye bakış açım hem hayranlık derecesinde, hem de bazen "ne bu saçmalık" diyebileceğim bir noktada. Mesela hemen bir soyut sanat örneği olarak pek sevdiğim Kandinsky'nin kapısını çalalım istedim.



Bu aslında aynı zamanda müzikle pek içli dışlı olan Yay burcu olmasıyla burçdaşım olarak ayrı sevdiğim (bkz: burç faşizanlığı) Kandinsky'nin sinestezi hastalığına duyduğu merakın etkisinde yaptığı bir resim. Sinestezi ise kabaca renklerin sesini duymak, sesleri renk olarak gördüğünü iddia etmek gibi göstergelere sahip bir hastalık. Şimdi Kandinsky'nin yaptığı bu resimde ne var diyor bazılarınız eminim. Bazıları gerçekten soyut sanatı sanattan sayamıyor, evet biliyorum. Ama soyut sanatı sanat yapan şey arkasındaki düşüncedir çoğu zaman. Hani çok güzel bir erkek veya kadın düşünün bir de sıradan olanlarını. Çok güzel olanı tercih edersiniz hemen ama diğerini dinlemeye karar verebilirseniz şekilcilikten vazgeçip, tek sözüyle ona aşık olabilirsiniz. İşte o yüzden konumuz soyut sanat ama başlık "Önemli olan içgüzelliğidir". O yüzden Composition VIII isimli bu esere bakıp nonfiguratif bir tarzla anlatmak istediği şeyi anlatmaya çalışmasını takdir ediyoruz. Yani sanat denen şeyin aslında şekil değil de daha çok içeriğe kaymış olduğu zamanlarmış zaten 20. yüzyıl başı. Nedeni ise zaten fotoğraf makinesinin icadıyla gördüğümüz her şeyi birebir o anı dondurarak çekebiliyor ve sonrasında o görüntüyü saklayabiliyor oluşumuzdur herhalde diye düşünmekteyim. O dakikadan sonra artık figür çizmenin anlamsızlığı, artık tuvalin içine yerleştirilebilecek her türlü objenin daha iyisinin kopyalanabiliyor oluşu ki zaten birebir kopyalanabilir bir şeyin aynı şekilde tuvalde el emeği ile yansıtılmış hali artık sanat değil de zanaat olarak adlandırılıyor. Ha bu yüzden Kandinsky'nin bu eseri yaptığı esnada aklı hangi müziğe takıldı, ne dinliyordu, onu bilmek gerekiyor. O müziği dinlerken bu resim incelendiğinde, ses ve görüntü arasındaki uyum ne denli anlamlı; izleyiciye ait ses ve müzik arasındaki bağlantılara ne denli değebiliyor, buna bakmak lazım diye düşünmekteyim. Ama tabii müzik ve sesler arasında bağlantıyı kurma konusunda bir yeteneğiniz yoksa ve bahsettiğim eser yapılırken dinlenen veya sanatçının aklına takılan müziği dinlemediyseniz bu eser sadece yapıldığı anda sanatçının fikirlerinin orijinalliği bağlamında "başarılı" veya "başarısız" olarak nitelendirilebiliyor. Tam bu noktada da soyut sanatın en büyük handikapı kendini gösteriveriyor. İzleyiciyle sanat eseri ve dolayısıyla sanatçının düşüncesi arasındaki "geçmiş deneyimler uyumu" yoksa eğer, izleyici kendisinden bir şeyler katamıyor esere veya kendisiyle eser arasında bir bağlantı kurulamadığından"Bu ne yaa, bu sanat mı şimdi? Bizim ufaklık da çizer bunları eline boyaları fırçaları versem!" ayarında yorumlara sebebiyet veriyor ki bunlardan bir tanesine bile denk gelmek istemiyorum şahsen.

Veya hemen şu anda aklıma gelen Pollock'ın İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminde yaptığı, savaş sonrası eserlerin en anlamlılarından biri olan One: Number 31'ına bir bakalım.



MoMA'da sergilenen bu eserin neden bu kadar ilgi çektiği, bu insanların bu resim önünde neden öylece oturup onu anlamaya çalıştığını anlamaya çalışıyor olabilirsiniz, evet. Bu resmin özelliği aslında savaş sonrası "frustration"ı yansıtabiliyor oluşuyla açıklanabilir ama bu yalnızca basit bir açıklama olurdu. Onun dışında Jackson Pollock denen Kova burcu şahsiyetin kendine özel "dripping" tekniğiyle fırçayı tuvalin üzerinde gezdirerek hatta fırçayla rastgele hareketler yaparak tuvale değmeden boyayı onun üzerine sıçrattığı o zamana dek kullanılmamış bir teknik kullandığı gerçeği bir kenara, bu noktada artık "action painting"e geçiş yapıldığı ve hareketin tuvale yansıtılmasının tek amaç olduğu, eserde aynen Dada'da olduğu gibi deli saçması bir işin ortaya konulduğu ama aynen Sürrealizm'de olduğu gibi sürecin ve ortaya konan işin bilincin devreye sokulmadan, geriye dönüşsüz yapabilecekleri üzerine iyi bir pratik olduğu söylenebilir. Pollock bile demiş ki zamanında: "When I am in my painting, I'm not aware of what I'm doing." O zaman sorarlar tabii insana, "Kimsin ki bu tabloya deli saçması diyorsun. Sanatçının kendisi demiş zaten aklının başında olmadığını". Tabii hemen karşılık şu şekilde verilebilir "Bu bir sanat eseri midir peki?" Ben de derim ki "Sanat eseri denen şeyin tanımı ne zamandır yapılmıyor haberin yok sanırım, ama kullandığı tekniklerin orijinalliği ve hatta insanda yarattığı kaotik bir hareketlenmenin, o dönemde insanların içinde bulunduğu karmaşık hislerin bir dışavurumu olduğundan evet bir sanat eseridir. Ama tabii size göre öyle olmayabilir eğer tüm bu dediklerimin bir anlamı yoksa sizin için." Hemen bir bilgi daha vermek istedim, zamanında bir yerlerde bu adamın eserlerinin matematikçiler tarafından yapısı incelenmiş ve bulunan sonuç rastgele ve kaotik bir matematiksel düzenin kanvaslarda mevcut olduğu yönünde olmuş. Hatta söylenen oydu ki rastgele gibi görünen düzenden bahseden Kaos Teorisi daha ortaya çıkmadan, kaotik hareketle uyumlanmış çizgilere sahip eserler ortaya çıkarmış Pollock. Bu bağlamda bir sanat eserinin sahip olması gerektiği söylenen tüm işlevlere fazla fazla sahip Pollock'ın bazı eserleri.

Ama işte benim de soyut sanata olan bakışımdaki "ne bu saçmalık" diyen tarafım artık geçmişteki bu gibi dönüm noktası insanları veya eserleri, gerisinde onlar gibi düşünce veya his yoğunlukları taşımadan tekrarlayanlara karşı ortaya çıkıyor daha çok. Geçende bizim kurstaki sanat galerisinde birinin sergisi vardı mesela. Dünyanın en sıkıcı sergisiydi zira yapılan resimlerin farklı renk skalasıyla yapılmış olanlarını Georgia O'Keeffe 60-70 sene önce yapmıştı. Evet resimler güzeldi ama kim O'Keeffe'leri bilip de bunları görmekten zevk alabilir ki diye düşündüm. Tm bu yüzden sanırım artık görülen şeyler görüldüğü gibi resmedilmiyor diye tekrarladım içimden.

Candaş Şişman'ın videolarındaki görüntü ve ses uyumunu, her ikisinin arasında hiçbir boşluk bulunmayışını, bağlantının hava sızdırmamasını çok özgün bulabildiğim ve bunu yaparken çokça da profesyonel olduğunu hissettiğim, bu işi aynen Pollock gibi "in his work" şeklinde konumlanarak yaptığına gördüklerimden sonra inanabildiğim için zevkle izledim bugün de. Ama The Chemical Brothers'ın Star Guitar'ında ve eminim ki şu anda aklıma gelmeyen başka videolarda da daha önceden görmüş olduğum ses, görüntü uyumuna rağmen Candaş'ın işlerini sevmiş olmam, onun yarattığı şeylere karşı olan özenini kendisini tanımadan sadece yaptıklarına bakarak hissedebilmemle alakalıdır diye düşünmekteyim. Sanki kelimelerin biçimlerinin işaret ettiklerininkiyle aynı olması gibi bir histi bu videoları izlemek. "Masa" derken aklımızda beliren masa imgesinin şekli neyse onun yazıya dökülmüş alfabeden oluşan gölgesi de o şekildeymiş gibi ilginç geldi bana. Evet ayaklarımızı tahta bir zemine bastığımızda oluşacak çıtırtı hepimizin hafızasında saklı hiç unutmamak üzere ama Candaş'ın yaptığı gibi o çıtırtıyı alıp, farklı bir görüntüye bu kadar ustalıkla oturtabilmek büyük bir yaratıcılık gerektirir sanırım.

Ha bi de bu yazıyı buraya kadar okuyabilenler bana bir mail atsın, okuduklarını bildirsin. Sabır konusundaki üstün inat ve başarı ödüllerinizi postalayayım hepinize birer birer.

0 saçmalayan daha çıktı: