Cumartesi, Aralık 27, 2008

"they were cheering and waving"

Aslında bir "en sevdiğim 2008 şarkıları" mixtape'i bekliyord bazılarınız ama benim paşa gönlüm öyle istemedi. Bu aralar birkaç gündür hatta, kulaklarımda olan birkaç şarkıdan bahsedesim var sabahtan beri ama eve gelmeyi bekliyordum.

Şimdi aslında ilk başta şarkılar demiş olmam birden çok şarkıyla bu yazıda ilegileneceğim anlamına gelmemeli bence. Gelmesin zira ben tek şarkıya odaklanmak istiyorum. Aşağıdaki videodan sonra olanca kişisel betimlemelerle dolu saçmalıklar okumak istemiyorsanız, videonun aşağısında duran yazıyla ilgilenmemenizi ve sadece videoyu izlemenizi tavsiye ediyorum. Şarkımız Radiohead'den geliyor "Myxomatosis"!



Önce şunu söylemeliyim ki bu şarkıyı videodaki bir yerde dineyebilirsem eğer bir gün, sanırım hiç umursamadan aklımın başımdan uçup gitmesine göz yumabilirim. Bu şarkıyı her dinleyişimde şarkının ismi gibi en hızlı şekilde yayılan bir tür hastalıklı hücre veya virüsün vücuduma nüfuz ettiğini hissediyorum. Ama bu virüs o kadar kolay yayılabildiği gibi iyi de bir şey. Yani bana olumsuz herhangi bir etkide bulunmuyor. Yaptığı tek şey "ben"i güçlendirmek oluyor. Ne zaman canım sıkkınsa ve ne zaman kendimi yine kendi açtığım deliklerin içinde bulduysam ve bir şekilde bu şarkı karşıma çıktıysa, her seferinde kendimi Samara gibi o deliklerden kuyulardan büyük bir güçle çıkıyormuşum gibi hissettim. Sürekli değişen ruh halimin sabitleyicisi ultra sert, ultra tutucu bir şarkı bu. Şu hiç sevmediğim saç spreylerinin simsiyah şişeli en sert olanları gibi. Sıkıyorum üzerime biraz Myxomatosis, yapışıyorum şu ana. Kötücül etkileri olan yolculuklardan uzak duruyorum böylece. Geçmişten gelip beni şu andan geldiği zamana götürmek için beni bekleyen trenler bensiz gidiyorlar.

Anlaşılacağı üzere şu aralar güzel müzikten anladığım beni almasına alıştığım trenlere sarkastik gülüşlerle el sallamamı sağlayanlar. Kendi gücünü olanca bir istekle bana iletebilenler... İstemiyorum beni sömüren hiçbir şey hayatımda. Hem ne o öyle hem Today is the Day falan; bok.

Perşembe, Aralık 25, 2008

En Sevdiğim Albümler / 2008

Şimdii...

Bir süredir deyip deyip duruyordum bu yılın en sevdiğim albümlerini sıralayacağım diye. Bugün bu, yarına da şarkılar hazır olacaktır. Hemen geçelim lafı uzatmadan.

1- Deerhunter - Microcastle/Weird Era Cont.

Şimdi bu albümle ilgili ne yazsam ne etsem azdır diye düşünmekteyim. Bir kere beni hüzünlendirmeden kendini bu kadar sevdirebilmesi benim için büyük bir başarı zira genelde bir albümü veya bir grubu sevmemin kriteri beni ne kadar hüzünlendirdiği oluyor. Salaklığımdan kaynaklanıyor olabilir bu ki evet kesinlikle salaklığımdan kaynaklanıyor çünkü mutlu olmayı veya mutluluğu ve yenilikleri deneyimlemeyi hedeflemek varken, olan bitenin ardından üzülmek veya vızıldamak, şimdiyi yaşamak varken geçmişe takılıp kalmak hakikaten büyük ahmaklık. Bu sene de bunu bilmemkaçıncı kez anladığım ve sırf anlamış ve farketmiş olduklarımı unuttuğum ve her seferinde yeniden keşfediyormuş gibi bahsettiğim için o çok övündüğüm fil hafızam aslında geniş bir ölçekte bakıldığında balık hafızasıymış diye farkındalıklara uçtuğum bir sene oldu.

Velhasıl bu albüm hüzün, mutluluk, huzur gibi kavramların hepsini arabesk bir brutallikte değil de naif ve abartmadan verebilmesine rağmen bu sene en çok dinlediğim albüm bu albüm oldu. Zaten Reset'e de yazmıştım albümle ilgili düşünce ve hislerimi. Pitchfork adileri de 9.2 verdiler ki sene sonu staff listelerinde de beşinci sıraya koydular buna rağmen. Teessüf ediyorum buradan kendilerine, Fleet Foxes'ın mırıltısından daha mı kötüydü be bu albüm! Neyse; dinlemeyen varsa kendini ya en yakın pencereden aşağıya atsın ya da albümü bulup dinlesin.

2- Glissando - With Our Arms Wide Open We March Towards The Burning Sea

Bu albümü bana limbo-pillow sahibi dream endless önermişti ve albümü daha dinlemeye başladığım ilk andan itibaren çok sevip, her dinlediğimde 2002 yılında Pazartesi Cafe'de onunla tanışmamızı sağlayan şey her ne ise ona şükrettim ve ediyorum da hala. Ben bu albüm hakkında sessiz kalmak istiyorum çünkü yukardaki Deerhunter'ı beğenme nedenimden bahsederken salaklığıma dair ne dediysem, o salaklıkları körükleyen bir albüm olduğundan listemin ikinci sırasındalar. Yani mainstream divina müzik zevki gibi bri şey var ise bu albüm bunun en tepesindeydi bu sene. Floods, Grekken ve en sonda tüm albümün yankısı olan Our Flags Wave And Our Arms Are Around Another's Shoulders canımın yandığı her an kulaklarımda, aklımda, içimde bir yerlerde dokundu bana. Dokunduğu yerleri de daha çok yaktı işin kötüsü. Şimdilerde ise Şubat başı kendilerini canlı Londra'da izleyebilme olasılığımı düşünüp canımı canlıcanlı yakacaklarını düşünüp mutlu oluyorum. Bir köşede gözyaşlarınızla oturmak, somurtmak istiyorsanız dinleyin; istemiyorsa da dinleyin.

3- Atlas Sound - Let The Blind Lead Those Who Can See But Cannot Feel

Bu albümü de Haziran'da bilmemkaç ay önceden Deerhunter'ın Microcastle'ını dinlediğim vakitlerde dinlemeye başladım. Bu Bradford Cox'ın farklı bir projesi. Ama ne proje!

"I'm waiting to be changed" dedikçe Bradford ben burada bunu gerçekleştirmeye çalışandım son altı aydır. Sonunda becerdi ama bunu yapmayı bu adam. İlk kez canımın sıkılmasını sağlamayan albümleri senelik albüm listemin birinci ve üçüncü sırasına yerleştirdi. Ben kendisini utanmasam Thom Yorke'den daha başarılı sayacağım ama Thom'la geçen yıllarımızdan utandığımdan pek onun yanında sözünü etmiyorum. Neyse ki Türkçe bilmiyor ve bu satırları okumayacak... Neyse... Sadece Quarantined yeter zaten dinlemeniz için. Hazy bir hava ve ardında güzel parlak sesler ve shoegaze'in alabileceği en güzel hal sanırım bu albüm için en kısa tanımım olabilir.

4- Portishead - Third

Farkındaysanız, bir öyle bir böyle gidiyor liste... Portishead zaten nerdeyse hatırlamadığım bir zamandan kalma gruplarımdan biri. Sanki ben doğdum ve Radiohead gibi Portishead dinlemeye başlamışım gibi hissediyorum bazen. Bu albümü eleştiren de oldu çok seven de. Ben tam da eleştirilerin olduğu yerlerden sınava tabii tuttuğumda bu albümü, hiç kopya çekmeden geçiverdi kolaylıkla. O üçüncü olacağım demişti ama dördüncüsü oldu sınıfın; olsun. Üç dört ne farkeder... The Rip ilk anda vurmuştu, sonra Magic Doors'ta Beth o ölümcül sözü söyledi: "I don't know who I'm meant to be"... Buradaki nice post bu söz ve bu albüm eşliğinde yazıldı zaten... Albümle ilgili konuşurken üç nokta koyma ihtiyacını öngördükleri için mi adı "third" bilememekteyim ama çok güzel albüm bu ya!

5- Mogwai - The Hawk Is Howling

Bu senenin en keyif veren albümlerinden biri Pitchfork adilerinin 4.5 verdiği son Mogwai albümüydü benim için. Eskisi kadar titreştiremediler belki içimi. Bir Take Me Somewhere Nice çıkmadı bu albümden belki ama I Love You, I'm Going To Blow Up Your School ismiyle eski bir rüyayı çağrıştırdı ve I'm Jim Morisson, I'm Dead acaip zamanlarıın fon müziği oldu ve The Sun Smells Too Loud Sigur Ròs'un kişisel tarihimden silmek istediğim ve sadece bir kez tam olarak dinleyebildiğim o albümünün çıkış tarihi civarlarında gülümseten harika ve beklenmedik bir şarkı oldu... Sonuç olarak Reset'e bir yazı yazdım ve sevdiğimi buradan ve oradan ve her yerden deklare ettiğim, kendilerine dair saygımı ve sevgimi kat kat arttırmış bir albüm oldu The Hawk Is Howling.

6- The Walkmen - You & Me

Bu albüm ise aslında Deerhunter'ın Microcastle/Weird Era Cont. albümünden sonra bu sene en çok dinlediğim albümdü. Albümdeki her şarkı birbirini öyle güzel takip ediyor ki, albümü dinleken sırayı bozmamak ve hatta albüm bitmeden başka birilerini dinlememeye imtina ediyorsunuz. Bağırış çağırışlarla dolu bir Hamilton vokali (evet adı Hamilton), eski bri garajda kaydedilmiş duran müzikle birleşince sonuç senenin başka hiçbir albüme benzemeyen The Walkmen'in You & Me'si oluyor. Reset'e yine yazdığım bu albümü önümüzdeki günlerde bir yolculuk esnasında dinlemeyi ve üzerimde bıraktığı etkileri birkaç katına çıkarmayı düşünüyorum.

7- July Skies - The Weather Clock

Yine bir limbo-pillow buluşu olan bu albümü tarif etmek istemiyorum. Bu sene çıkıp da gözünüzden kaçması en olası albümlerden biri sanki. Library Tapes ve Piano Magic'in plak şirketi Make Mine Music'ten çıkmış bir albüm bu. İlk gitarını 1998'de almış ve müzik yapmaya başlamış bir adamdan söz ediyoruz burada. Ambient ve "hazy" diye tabir etmekten pek hoşlandığım ve "hazy"nin Türkçe karşılığının nedense aklımda İngilizce olanının oluşturduğu kavramın içini dolduramamasından dolayı bana kendimi yedirten bir albümdür bu. One Morning In May albümdeki en sevdiğim şarkı. Geçende zaten bir mixtape yamıştım hatırlayan olursa, oraya da eklemiştim. Fakat "en sevdiğim" gibi bir tabiri yapmaktan da kaçınmaya çalışıyorum sözkonusu bu albüm olunca çünkü her şarkı birbirinden farklı deneyimler yaşatıyor insana. "Hadi hadi kalk, bu şarkıyı dinlerken yerinde oturup eskilere etiketleme, yeni bri şeyler dene, onların olsun" diyor albüm. Keşke hayat bu albümün sıra sıra şarkılarıyla hissettirdiği kadar kompakt bir yoğunluğa sahip olsaydı... O zaman sanırım hepimizin hayatı 36.4 dakika olurdu.

8- Balmorhea - River Arms

Bu albüm hakkında yorum yapmasam da olur. Çok seviyorum ve doğumgünümden bir gün önce 4 Aralık 2007'de çıkmış olsa bile, arada kaynamasın istediğim bir albüm bu. Daha fazla bir şey demeye gerek duymuyorum. Dinleyen dinlesin.

9- Pornopop - And The Slow Songs About The Dead Calm In Your Arms

Sigur Ròs eksikliğinde imdadıma yetişti resmen bu albüm. İzlanda'nın havasından mı suyundan mı geyiklerine girmeyeceğim. Evet, farklılar ve biz onları öyle seviyoruz, tıpkı Mark Darcy'nin Bridget Jones'u "olduğu gibi sevdiği" gibi. Bir gün bu İzlandik insanların yaptığı müziği sevdiğim gibi coşkulu başka birini seversem ve öyle bir karşılık da alabilirsem hayatımda başka hiçbir şey istemeyeceğim. Ha o noktada "zirvede bırakmak" isteyip, ölmeyi dileyebilirim zira biliyorum o şeyi hayatıma yayacak kadar şanslı manslı biri de değilim. Neyse söz konusu Pornopop ve bu albümken, son zamanlarda bu ülkenin yetiştirdiği en başarılı insan topluluğudur demek yanlış olmayacaktır diye düşünmekteyim. Daha belirgin vokaller, anlaşılan veya en azından ne olduğu bilinen bir dile ve dolayısıyla İzlandik dilinden anlayanların istediğinizde size ne olduğunu anlatacakları sözlere sahipler. İnişleri çıkışları ile dinleyeni kendine aşık eden bir albüm bu. Şiddetle dinleyiniz.


10- iLiKETRAiNS - The Christmas Tree Ship EP

EP bu evet, ama öyle olması albüm olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Aslında bu grubu ilk dinlediğimde o kadar da fazla bir yer edinmemişti bende ve fakat Aralık'ın ilk günlerinde bu EP'yi dinlemeye başladım ve bir süre dinledim. Albümdeki Friday - Everybody Goodbye tek başına bu listeye sokabiliyor The Christmas Tree Ship EP'ini. "O nasıl bir şarkıdır?!" diye sormak istiyorum size. Dinleyin de söyleyin.

11- Ef - I Am Responsible
12- Bersarin Quartett - Bersarin Quartett
13- Bon Iver - For Emma, Forever Ago
14- Marché La Void - Cacophonia
15- De La Mancha - Atlas
16- Beach House - Devotion
17- Parenthetical Girls - Entanglements ( Reset'teki yazım )
18- Air France - No Way Down
19- Downliners Sekt - The Saltire Wave
20- Plants And Animals - Parc Avenue
21- Tapes 'n Tapes - Walk It Off
22- Spangle Call lilli Line - Isolation ( Reset'teki yazım )
23- Little Joy - Little Joy
24- Au - Verbs
25- Your Infamous Harp - Prah Suomafni Ruoy ( Reset'teki yazım )

Salı, Aralık 23, 2008

He "can only <3+h8+miss"

Başlıktaki "He" Hipster Runoff adlı blogun yazarı Carles mahlaslı kişi. Bir süredir Reader'ımda onlarcasının arasından bir şeyler yazılmış mı diye kontrol ettiğim ilk beş blog arasında girecek kadar keyifli. Bu blogun sahibinin gençten bir çocuk olduğunu okumuştum sanki ama çok fena atıyor da olabilirim tabii. Ama ben buradaki yazıları öyle biri yazyormuşçasına okuyorum ve çok eğleniyorum.

Biraz Stuff White People Like, biraz da maddox karışımı bir tarzı var kendisinin ve günümüzün hype olan ve olmaya meyilli her şeyi eğlenceli bir şekilde irdeliyor, iğneliyor oluşu çok hoşuma gidiyor. Mesela dün TV On The Radio'yu yerin dibine sokması, yazının içinde Radiohead'e laf sokmasına rağmen beni pek eğlendirdi zira TV On The Radio dinlerken kendisinden bir şey anlamadığım grupların başlarında geliyor. Aslında başında olmayabilirlerdi ama o kadar overrated bir hale getirildiler ki onları listenin tepesine koymamak imkansızdı. Wolf Parade, Animal Collective, The Killers, of Montreal, Vampire Weekend diye devam eden bir liste bu bu arada.

Başlığın anlamına gelince, Carles kişisi bazen bazı şeylere olan nefretini o şeyin resminin üzerine çakma bir "h8 u", sevgisini "<3 u", modasının absürd şekilde geçtiğini düşündüğü şeylerin fotoğraflarının üzerine de "miss u" yazarak ifade ediyor.

Neyse, bugün de bu sayfayı bulaştırdığım insanlardan biri olan kardeşim bana nasıl olduysa gözümden kaçan bir yazıyı yolladı. Onun üzerine bir anda bu blogu çok sevdiğimi burada da bağırmak ve olabildiğince fazla kişiye bulaştırmak istedim.

Burada TV On The Radio yazısından çok eğlenceli bir kısım var:

"TV on the Radio apparently makes music that ‘is inspired by a bunch of different genres.’ However, I would compare the end product to SLOP, the food item that u feed 2 pigs. In order 2 feed pigs, all u need 2 do is mix the leftovers and scraps from your family’s dinner table.

I feel like ‘liking TV on the Radio’ is something for people who:

* don’t actually listen to music
* enjoy music based on ‘what authentic buzz sources’ claim 2 b ‘authentic’
* enjoy liking bands that aren’t accessible to entry levelers but actually just aren’t accessible to any one
"

Buradaysa günümüz alternatif gençlik modasına dair sevgili Carles'ın yazdığı şiir. Baştan sona gülüyorum bunu okuyunca. Artık maviyi görünce ne yapmanızı biliyorsunuz zaten. Siz keşfededurun bu siteyi, ben de yarına akdar güzel müzikler dinleyip güzel bir uykuya dalayım.

"We are the children of the street
The cool air lifts our spirits
It is almost winter again
This means cardigan weather.

When I walked out the door
my parents gave me a look
confusion
shame
resentment

I will channel these into my art
I will take my personal brand to the next level
I will prove that there is a reason that I am the way that I am
This bro is me.

Do not smile at the camera
This ruins our collective brand
Gaze
(in2 the distance)
"

Pazar, Aralık 21, 2008

r2d2 bizi diskoya götür!

Air France - Collapsing At Your Doorstep

Bu senenin başarılı başarısız albümleri diye birkaç kategoride ufak listeler yapıp buraya koyacağım birkaç güne kadar. Az önce düşünmeden bir liste yaptım H.'ya zaten ama daha özenli bir liste çıkarmak istiyorum buraya tabii. Bakalım...

Yine bu sene karşıma çıktığında beni gülümsetmiş başka bir grup ise Air France. Bir anda sene sonu listelerinde tepelerde yerini almış olan bu grubun bu videolarına yine Pitchfork'u karıştırırken rastladım. Bu şarkı sadece ismiyle bana kendini sevdirebilirdi; neyse ki böylesi bir manipulasyona gerek kalmayacak kadar güzeldi...

Plants & Animals - Feedback In The Field

Geçen Mart-Nisan gibi pek bir severek dinlemeye başladığım bu grubun videosunu Pitchfork'u karıştırırken gördüm. Bu sene bu albümlerini kişisel ilk 20'me sokabilirim düşünmeden.

Cumartesi, Aralık 20, 2008

"if you don't trust yourself for at least one minute each day..."

Sonunda artık böyle salak ve şapşal işler peşinde mutlu olmak istiyorum. Ha tabii bende böyle şeyler yapacak, bunlarla uğraşacak enerjinin "e"si bile yok. Ama olsun... Böyle post itler peşinde koşturmak, karşımda başka birinin bendeki manyaklıkları ortaya çıkarabiliyor olduğunu görebilmek pek hoşuma giderdi sanırım.

Üstteki mavi mavi duran paragrafa bir tıklayın da izleyin hadi, çab çab çab... Sonra dönün buraya ama, aşağıda okunacaklar var daha.

Bunun dışında, bugün hiç olmadığım biri gibi hissettim otobüs beklerken durakta. Kulağımda Obstacle 2 vardı ve otobüsü uzaktan seçebildiğim o anda o ana dek hep pek bir eleştirdiğim tipte biri oluverdim. Bir şeylerin intikamını başka şeylerin güzelliğini bozarak alan ahmaklardan olmak istemiyorum. Tam da bu yüzden Ayça'nın Kasım'da share ettiği bu videoyu google reader'ımın tozlu sayfalarında aramaya koyuldum gece gece. Sonunda buldum. Buraya ekleyip içimdeki güzellikleri koruma altına almaya karar verdiğimi buradan ilan ederek, boktan olan diğer tarafı utanma belası yoksaymaya çalışmayı planladım.

Aferin bana.

Salı, Aralık 16, 2008

"Özür değil, paylaşma"

Radikal'den Nuray Mert'i pek sevmiyor olmam, kendisinin bugün Ermenilerden özür dileyen kampanyaya dair yazdığı bu yazıyı okurken "Evet, evet" diye içimden tepki vermemi engellemiyorsa, bunu buraya da eklemeliyim diye düşündüm.

"‘1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum’.
Bir grup aydın tarafından hazırlanan ve imzaya açılan bu metin bana ulaştığında imzalamadan, üzerine not düşmek ihtiyacı hissettim. İtiraf edeyim, genelde romantik bir insan olmadığımdan olsa gerek, milli duygularım zayıftır. Milli maçlarda heyecanlanmam, Türkiye veya Türkler üzerine söylenen her şeyi üzerime alınmam, yurtdışında bir vesileyle muhatap olduğum, orta tahsilli Batılıların, Türklere dair önyargıları beni yaralamaz, bunları değiştirmek için kendimi paralamam. Aslında tam da bu nedenle, son zamanlarda yaygınlaşan ve özetle, Türklerin, neredeyse,dünya tarihinin en kusurlu milleti olduğu şeklinde tezahür eden abartılı özeleştiri hezeyanını anlamakta zorlanıyorum.
Türkleri, Türklüğü dünyanın merkezi olarak gören, toz kondurmayan, kaşının üzerinde gözün var dedirtmeyen sığ ve kaba milliyetçilik tanıdık bir garabet. Şimdi, tam tersi istikâmette, ‘aydın Türk’lerin ‘tarihsel utanç’lardan sıyrılarak, kendilerini iyi, medeni hissetmek için başlattıkları başka bir garabet söz konusu. Bu ‘iyi ve medeni hissetme ihtiyacı’ndan kastettiğim de, aslında Batılıların gözünde ‘iyi ve medeni’ olmak. Zira, aksi söz konusu olsaydı, Tuzla tersanelerinde ölenler adına da çok utanç duyulup, uluslararası kampanya başlatmak gerekirdi. AB, bu ölçüde büyük bir rezaleti çok mesele yapmadığı için bizde de, o ölçüde tepki gördü, kapandı. Ama, şimdilik bu konuyu bir kenara bırakıp, söz konusu tartışmaya ve metne dönelim.
Öncelikle, Türklerin (eğer öyle homojen bir gruptan söz edilebilirse) tarihin diğer ırk/millet/-grupları (ne derseniz deyin) içinde sıradan bir yeri olduğunu, sevap ve günahlarının da, bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini hatırlamakta fayda var. Ancak bu türden bir soğukkanlılıkla, yakın tarih değerlendirmelerinde milliyetçilerin savrulduğu güzelleme ve kusurları inkâr sığlığının tam tersi istikâmette, ama onun simetriği bir sığlığa savrulma tehlikesinden korunabiliriz.
Ermeni katliamı konusundaki tartışma uzun, kısaca, bu çerçevede imzaya açılan metne dönersek, metne ilişkin tek itirazımın son cümlenin devamındaki ‘özür dileme’ olduğunu belirtmek istiyorum. Özür dileme konusunda tutukluğum olduğu için değil, kimin adına kimden özür dilemek durumunda olduğumu kavramakta zorlandığım için.
Kendimizi nasıl tarif ediyoruz, ‘Türkler’ (veya Türkler ve Kürtler) adına mı özür diliyoruz? Kimden özür diliyoruz? Bu felaketten kurtulanların ailelerinden mi, tüm Ermeni ırkından veya milletinden mi? Bir kere, milli veya etnik aidiyet adına, başka bir milletten özür dileme işi beni çok rahatsız ediyor. Milletiyle övünmekle, milleti adına özür dilemek arasında, insanın kendini etnik aidiyetiyle tanımlaması açısından hiçbir fark yok. Diğer taraftan, sadece Türkiye ve bu konuya mahsus değil genel olarak, bu ‘özür dileme çağı’ veya ‘özür kültürü’ ve kampanyaları başlı başına sorunlu. Batılı emperyalist ülkelerin başlattığı bu türden temize çekmeler, tarihin asıl karanlık noktalarını göz ardı etmekten başka işe yaramıyor.
Son olarak, işin sonunda bir de, ailesi yok olup, bir şekilde Müslüman (dolayısıyla Türk) olmuş Ermenilerin torunların, bugün ‘Türk’ olarak, soyu sopu Ermeni felaketinden hiç zarar görmemiş tuzu kuru Ermenilerden özür dilemesi gibi bir garabet var. Biliyorum, genel tartışma içinde, bu bir teferruat. Ama politik şarlatanlıkların insanlığa dair meseleleri nasıl teğet geçebildikleri, bu türden teferuatlar çerçevesinde daha iyi hissedilebiliyor.
O nedenle dikkate alan olur mu bilmiyorum, ama metni özür kısmı olmadan aşağıdaki şekliyle imzalamak istiyorum.
“1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor(um)”."

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=YazarYazisi&Date=&ArticleID=912950

Cuma, Aralık 12, 2008

Parenthetical Girls - A Song For Ellie Greenwich

Friday 5th: Goodbye Poetry

Sabahtan beri bir Squarepusher'ın Iambic 5 Poetry'sini bir de iLiKETRAiNS'in muhteşem Friday - Everybody Goodbye'ını dinleyip duruyorum. İkisi de dinlenirken aynı türden başka bir şarkıya geçiş imkansızlaştı bugün. İkisi ne alaka tabii ama olsun. Seviyorum, siz de dinleyin.

Günlerdir yaptığım tek şey akşama kadar evin muhtelif yerlerinde zaman geçirmek, ev içinde yapılabilecek her şeyi yapmak ve gece de kardeşimle oturup film izlemek olduğundan yazacak bir şey bulamıyorum. "I'm not living, I'm just killing time" hesabı ama literally ve depresyon çağrışımlı olmayanını yaşıyorum şu anda.

Güzel müzikler de dinliyorum tabii ama bu kadar tatil sıktı beni epey sanırım. Tatil sonrası işime gücüme asılacağım iyice. Bu iyi bir şey tabii... Biraz da isteklerimi gözden geçirsem ve onları uygulamaya koysam artık fena olmayacak ama neyse...

Haftalar geçiyor ve ben sigara içmiyorum. Aslında şöyle içiyorum... Ama eskiden her gün bir paket alırken artık paket almak bir kenara, gidilen yerlerde kahve veya içki eşliğinde bir hadi bilemedin iki sigarayla günü kapıyorum. Aklıma bile gelmiyor oluşu şahane sigaranın. Bir de Djarum Black almıştım 1,5-2 hafta oluyor, onu arada yarım yarım içip söndürüyorum. Hala paketin içinde on tane duruyordur. Gurur tablosuyum adeta!

Zeitgeist'i izlemek gerek. İkincisini de izlemek gerek. Sorgulamak da gerek tabii. Olsun, izleyin henüz izlemediyseniz.

Bazen bazı kokular geliyor burnuma. O kadar ilginçler ki... Sonra rüyalarım yine sapıttı. Bir süredir ne güzel istediğim gibi her şey rüyalarımda derken, yine absürd görüntüler, istenmeyen hisler deneyimliyorum. Hoş değil ama neyse ki çabuk geçiyor kötü tatları. Dudağıma naneli rujumsu şeyden sürüyorum ve soluduğum nane ve dudaklarımdaki buz gibi his beni kendime getiriyor her seferinde hiç geç kalmadan.

Çok sıkıldım yazı yazmaktan yine bu ara hep olduğu gibi. Görüşürüz yine.

Pazartesi, Aralık 08, 2008

Mrrr Mxtp by divina

Birkaç gündür elim yazı yazmaya varmıyor bir türlü. Tatile girdim cidden bu sefer. Doğumgünümden sonra dışarıda bir şeyler yemek ve film almak dışında hiçbir aktivitede bulunmadım. Evde oturup, filmler izliyorum kızkardeşimle. Yaptığım kayda değer hiçbir şey olmadığından yazacak bir şey de bulamıyorum herhalde. Madem durum bu, ben de size bu aralar kafamda dönüp duran, sürekli dinlediğin kedi mırıltısı gibi etkileri olan şarkılardan bir mixtape yapayım istedim.

Bu şarkı listesi:


Bu sırayla dinlensin diye bir şeyler yaptım ama olmuştur umarım.

Bu da mixtape'iniz: Mrrr mxtp by divi veya buradan da ulaşabilirsiniz Mrrr mxtp by divi.

Cuma, Aralık 05, 2008

Teşekkür ve Özür

Ben bugünü doğumgünümden dolayı kendi "thanksgiving" günüm ilan ettim. Malum her gelen mesaja veya telefona karşılık bir teşekkür ediliyor haliyle. Yalnız benim gündemimle sözlük ve hatta ülkenin gündemi haliyle denk olmuyor. Büyüdüm ve dünya etrafımda dönmüyormuş onu farkettim bugün!

Neyse bugün sözlükten gördüğüm kadarıyla Ermeni Soykırımı'yla ilgili birkaç aydınımız Ermeni Soykırımı'yla ilgili bir tür "özür dileme" kampanyası başlatmışlar. Kapmpanya metninde de şöyle cümleler varmış sanırım: "1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı büyük felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum."

Şimdi "aydın" denen kesimin böyle bir işe girişmelerindeki amaç "Biz aydınız, bakın bu kampanya da çoğunluğa uymadığımızın, günümüz aydınlarında default bulunan rahatsızlığın bizde de olduğunun kanıtı, e evet doğru bildiniz; bizi aydın kılan şey tam da bu. Bir tek biz düşünüyoruz böyle şeyleri böyle abuk bir ülkede. Bir tek biz görüyoruz insanların gözardı ettiklerini. Çok gelişmiş vicdanlarımızla insanların gözlerini açıyoruz, akıllarına ışık tutuyoruz ki farkına varsınlar" tavrını insanların gözüne gözüne sokma, en olmadık zamanda bunu kanıtlama istekleri gibi geliyor artık bana.

Evet, ben de bu meselede soykırımın yapıldığına inananlardanım. Ama bunun için özür dilemesi gereken veya daha doğru bir tabirle özür dilemekten daha çok "gereğini" yapması gereken hükümetler ve devletlerdir. Benim veya soykırım yapıldığına inanıp da bunu lanetleyenlerin insanların, o zaman bu soykırımı yapanların düşünce düzenine sahip olmadığı kesinken, neden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak Ermenilerden özür diliyoruz, bunu bir türlü anlayamıyorum. Madem bu kadar aydınsınız o zaman devlete kafa tutun, insanları imza atmaya yönlendirip daha da kutuplaştırmayın. O imzayı atmayan ve atmak istemeyen insanların en azından yarısı soykırım fikrine tersken, sanki imza atmayanları ilgisiz, pasif veya faşist olarak etiketlemeye kimsenin hakının olmadığını düşünüyorum. Benim vicdanım soykırım fikrini tümden reddettiği için rahat zaten. Madem ortada devletler arasında bir anlaşmazlık var bu konuda, madem biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak o soykırımı yapmamışız, o zaman bireye veya topluluklara düşmez diye düşünmekteyim bu özür dileme işi. Ortaya çıkması gereken ve kabullenilmesi gereken bir soykırım var ise ki evet var bence, bunu belgelerle insanların ve devletin gözüne sokarsınız, sessiz sessiz orada burada lafla sözle olayı yaymaya çalışarak, orada burada "aydın" etiketi avına çıkmış gibi imza toplayarak yapamazsınız. Ne olacak yani, vicdanlarımız mı temizlenecek, her şey daha mı doğru olacak, soykırım kabul mü edilecek o kampanya sonunda? Bu tıpkı aynı aydın kafaların Facebook'ta sıklıkla eleştirdiği ve dalga geçtiği "Atatürk'e dünyanın en iyi lideri diyen 2897289729837 kişi bulabilirim (arkadaşına yollamayacaklar katılmasın" tadındaki grupların işlevsizliğinde bir adımdır. Başında Baskın Oran var diye daha farklı bir anlama sahip olamıyor maalesef bu tür girişimler. Türkiye'de "aydın" sıfatıyla anılan insanların sahip oldukları, Avrupa'ya ayak uydurunca, dediklerini sorgulamadan kabul edince daha aydın olacaklarına dair yanılsama ne zaman sonlanacak acaba? Aynı aydınlar Asala'nın operasyonlarını da büyük ihtimalle kendilerine soykırım yapıldığı kabul edilmeyen ve ezilen Ermenilerin seslerini duyurma çabası olduğunu da düşünüyorlardır yoksa biraz da seslerini bu yönde çıkarıp en azından eşit bir çaba gösterirdi iki ülke arasındaki bu sorunun çözümüne yararlı olmak adına.

Bir de tabii eğer amaç bu soykırımı kabul ettirmekse, kabul edenleri bir araya toplayarak yapılmaz bu iş. Akla inanan aydınlar oalrak yine o aklı kullanarak bunu reddeden insanları anlayıp onlara karşı argümanlar sunarak, kabul ettirme gibi bir yol seçilmesi gerekiliyor. Keşke daha adam akıllı adımlar atabilen aydınlarımız olsaydı da devletçe Ermeni Soykırımı'nı kabul edebilseydik. İnsanların birbirlerine karşı olan halihazırdaki önyargılarını yıkabilecek yetenekte "aydın"larımız olsaydı da, istediğimiz kadar farklılıklarımızı sergileyebilseydik. Düşünceleri özgürce ortaya koyma konusundaki yılmaz savaşlarını o düşüncelerin özgürce uygulanması konusunda devam ettirebilseler ne kadar mutlu bir toplum olurduk.

Konuyla ilgili ekşi sözlük'te yazılanlardan bir tanesi de tam olarak katıldığım tek yorumdu. Onu da yazmak istiyorum. Bree demiş ki:

"bence hiçbir sorun yok bunda kana kanla, kine kinle karşılık vermemek lazım. iyi yapmışlar bugün ben ermenilerden 1917'deki kayıpları, sonrasında maldan mülkten olmaları için özür dilerim, sonra o benden avrupa'daki elçilikler orly katliamı ve benzer terörist faaliyetler için özür diler, sonra ben gider rumdan atalarını izmir'den denize döktük diye özür dilerim, sonra o gelir kıbrıs'taki soykırım olayları için özür diler.

sonra amerika gider japonya'ya bomba atıp, ordusunu dağıttığı ve halen daha ülkesinden çıkmadığı, pis askerleri için de bir sürü tecavüz olayına karıştıkları sonunda ülkelerine dönüp sıyırdıkları için özür diler, japonya çin'den özür diler, sonra abd wietnam için özür diler. sonra demokrasi getirdiği yerler, darbe getirdiği yerler vs için özür diler. ingiltere ve fransa eski sömürgeleri için özür dilerler, hala sömürdükleri ve sömürmeye devam ettikleri insanlardan özür diler. ya aslında bunların özür dileyecekleri çok yer var bazılarını bilmiyoruz bile, ama dile dile bitmez. dilemekle çözülüyor nasılsa, üzgünüz demokrasi getirecektik ama olmadı."

Happy Birthday To Imagine Room and Me!!!



Biri bana biri Imagine Room için iki adet minik kek. O mumları üfleyip dilekler dileyeceğiz bugün. Öperiz :)

Perşembe, Aralık 04, 2008

New York I Love You But You're Bringing Me Down



Şarkı zaten sevimli, bu haliyle daha da bir sevimli hale gelmiş. Ben de buraya iliştirmeden duramadım. Eve çağırmak istedim Kermit'i ama telefonunu kaybetmişim :/

Önemli olan iç güzelliğidir


edicisum from candas on Vimeo.

Bu adamın adını birkaç sene önce H. vasıtasıyla duymuştum. 2d bir animasyonu vardı izleyip, beğenmiştim de. Pek genç olmasına rağmen böyle güzel bir iş çıkarabilmesi hoşuma gitmişti. Sonrasında bugün yine H. beni dürttü ve Candaş Şişman'ın Vimeo'daki videolarına giden bir link yolladı. Yalnız bu sefer durum farklıydı. İlk gözüme görünen şey bu yukarıdaki videoydu ve ağzım açık, salak salak izledim. Aklıma gelen ilk cümle bu adamın seslere özel hatta tabiri caizse "haute couture" videolar yaptığıyla alakalıydı. Sesler ve görüntüler arasındaki bağlantıların birbirlerine eşini bulmuş puzzle parçaları gibi tutunduğu videolar sayesinde geçenlerde soyut sanatla ilgili bir şeyler yazayım dediğimi hatırladım. Yazayım o halde.

Soyut sanat denen hadiseye bakış açım hem hayranlık derecesinde, hem de bazen "ne bu saçmalık" diyebileceğim bir noktada. Mesela hemen bir soyut sanat örneği olarak pek sevdiğim Kandinsky'nin kapısını çalalım istedim.



Bu aslında aynı zamanda müzikle pek içli dışlı olan Yay burcu olmasıyla burçdaşım olarak ayrı sevdiğim (bkz: burç faşizanlığı) Kandinsky'nin sinestezi hastalığına duyduğu merakın etkisinde yaptığı bir resim. Sinestezi ise kabaca renklerin sesini duymak, sesleri renk olarak gördüğünü iddia etmek gibi göstergelere sahip bir hastalık. Şimdi Kandinsky'nin yaptığı bu resimde ne var diyor bazılarınız eminim. Bazıları gerçekten soyut sanatı sanattan sayamıyor, evet biliyorum. Ama soyut sanatı sanat yapan şey arkasındaki düşüncedir çoğu zaman. Hani çok güzel bir erkek veya kadın düşünün bir de sıradan olanlarını. Çok güzel olanı tercih edersiniz hemen ama diğerini dinlemeye karar verebilirseniz şekilcilikten vazgeçip, tek sözüyle ona aşık olabilirsiniz. İşte o yüzden konumuz soyut sanat ama başlık "Önemli olan içgüzelliğidir". O yüzden Composition VIII isimli bu esere bakıp nonfiguratif bir tarzla anlatmak istediği şeyi anlatmaya çalışmasını takdir ediyoruz. Yani sanat denen şeyin aslında şekil değil de daha çok içeriğe kaymış olduğu zamanlarmış zaten 20. yüzyıl başı. Nedeni ise zaten fotoğraf makinesinin icadıyla gördüğümüz her şeyi birebir o anı dondurarak çekebiliyor ve sonrasında o görüntüyü saklayabiliyor oluşumuzdur herhalde diye düşünmekteyim. O dakikadan sonra artık figür çizmenin anlamsızlığı, artık tuvalin içine yerleştirilebilecek her türlü objenin daha iyisinin kopyalanabiliyor oluşu ki zaten birebir kopyalanabilir bir şeyin aynı şekilde tuvalde el emeği ile yansıtılmış hali artık sanat değil de zanaat olarak adlandırılıyor. Ha bu yüzden Kandinsky'nin bu eseri yaptığı esnada aklı hangi müziğe takıldı, ne dinliyordu, onu bilmek gerekiyor. O müziği dinlerken bu resim incelendiğinde, ses ve görüntü arasındaki uyum ne denli anlamlı; izleyiciye ait ses ve müzik arasındaki bağlantılara ne denli değebiliyor, buna bakmak lazım diye düşünmekteyim. Ama tabii müzik ve sesler arasında bağlantıyı kurma konusunda bir yeteneğiniz yoksa ve bahsettiğim eser yapılırken dinlenen veya sanatçının aklına takılan müziği dinlemediyseniz bu eser sadece yapıldığı anda sanatçının fikirlerinin orijinalliği bağlamında "başarılı" veya "başarısız" olarak nitelendirilebiliyor. Tam bu noktada da soyut sanatın en büyük handikapı kendini gösteriveriyor. İzleyiciyle sanat eseri ve dolayısıyla sanatçının düşüncesi arasındaki "geçmiş deneyimler uyumu" yoksa eğer, izleyici kendisinden bir şeyler katamıyor esere veya kendisiyle eser arasında bir bağlantı kurulamadığından"Bu ne yaa, bu sanat mı şimdi? Bizim ufaklık da çizer bunları eline boyaları fırçaları versem!" ayarında yorumlara sebebiyet veriyor ki bunlardan bir tanesine bile denk gelmek istemiyorum şahsen.

Veya hemen şu anda aklıma gelen Pollock'ın İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminde yaptığı, savaş sonrası eserlerin en anlamlılarından biri olan One: Number 31'ına bir bakalım.



MoMA'da sergilenen bu eserin neden bu kadar ilgi çektiği, bu insanların bu resim önünde neden öylece oturup onu anlamaya çalıştığını anlamaya çalışıyor olabilirsiniz, evet. Bu resmin özelliği aslında savaş sonrası "frustration"ı yansıtabiliyor oluşuyla açıklanabilir ama bu yalnızca basit bir açıklama olurdu. Onun dışında Jackson Pollock denen Kova burcu şahsiyetin kendine özel "dripping" tekniğiyle fırçayı tuvalin üzerinde gezdirerek hatta fırçayla rastgele hareketler yaparak tuvale değmeden boyayı onun üzerine sıçrattığı o zamana dek kullanılmamış bir teknik kullandığı gerçeği bir kenara, bu noktada artık "action painting"e geçiş yapıldığı ve hareketin tuvale yansıtılmasının tek amaç olduğu, eserde aynen Dada'da olduğu gibi deli saçması bir işin ortaya konulduğu ama aynen Sürrealizm'de olduğu gibi sürecin ve ortaya konan işin bilincin devreye sokulmadan, geriye dönüşsüz yapabilecekleri üzerine iyi bir pratik olduğu söylenebilir. Pollock bile demiş ki zamanında: "When I am in my painting, I'm not aware of what I'm doing." O zaman sorarlar tabii insana, "Kimsin ki bu tabloya deli saçması diyorsun. Sanatçının kendisi demiş zaten aklının başında olmadığını". Tabii hemen karşılık şu şekilde verilebilir "Bu bir sanat eseri midir peki?" Ben de derim ki "Sanat eseri denen şeyin tanımı ne zamandır yapılmıyor haberin yok sanırım, ama kullandığı tekniklerin orijinalliği ve hatta insanda yarattığı kaotik bir hareketlenmenin, o dönemde insanların içinde bulunduğu karmaşık hislerin bir dışavurumu olduğundan evet bir sanat eseridir. Ama tabii size göre öyle olmayabilir eğer tüm bu dediklerimin bir anlamı yoksa sizin için." Hemen bir bilgi daha vermek istedim, zamanında bir yerlerde bu adamın eserlerinin matematikçiler tarafından yapısı incelenmiş ve bulunan sonuç rastgele ve kaotik bir matematiksel düzenin kanvaslarda mevcut olduğu yönünde olmuş. Hatta söylenen oydu ki rastgele gibi görünen düzenden bahseden Kaos Teorisi daha ortaya çıkmadan, kaotik hareketle uyumlanmış çizgilere sahip eserler ortaya çıkarmış Pollock. Bu bağlamda bir sanat eserinin sahip olması gerektiği söylenen tüm işlevlere fazla fazla sahip Pollock'ın bazı eserleri.

Ama işte benim de soyut sanata olan bakışımdaki "ne bu saçmalık" diyen tarafım artık geçmişteki bu gibi dönüm noktası insanları veya eserleri, gerisinde onlar gibi düşünce veya his yoğunlukları taşımadan tekrarlayanlara karşı ortaya çıkıyor daha çok. Geçende bizim kurstaki sanat galerisinde birinin sergisi vardı mesela. Dünyanın en sıkıcı sergisiydi zira yapılan resimlerin farklı renk skalasıyla yapılmış olanlarını Georgia O'Keeffe 60-70 sene önce yapmıştı. Evet resimler güzeldi ama kim O'Keeffe'leri bilip de bunları görmekten zevk alabilir ki diye düşündüm. Tm bu yüzden sanırım artık görülen şeyler görüldüğü gibi resmedilmiyor diye tekrarladım içimden.

Candaş Şişman'ın videolarındaki görüntü ve ses uyumunu, her ikisinin arasında hiçbir boşluk bulunmayışını, bağlantının hava sızdırmamasını çok özgün bulabildiğim ve bunu yaparken çokça da profesyonel olduğunu hissettiğim, bu işi aynen Pollock gibi "in his work" şeklinde konumlanarak yaptığına gördüklerimden sonra inanabildiğim için zevkle izledim bugün de. Ama The Chemical Brothers'ın Star Guitar'ında ve eminim ki şu anda aklıma gelmeyen başka videolarda da daha önceden görmüş olduğum ses, görüntü uyumuna rağmen Candaş'ın işlerini sevmiş olmam, onun yarattığı şeylere karşı olan özenini kendisini tanımadan sadece yaptıklarına bakarak hissedebilmemle alakalıdır diye düşünmekteyim. Sanki kelimelerin biçimlerinin işaret ettiklerininkiyle aynı olması gibi bir histi bu videoları izlemek. "Masa" derken aklımızda beliren masa imgesinin şekli neyse onun yazıya dökülmüş alfabeden oluşan gölgesi de o şekildeymiş gibi ilginç geldi bana. Evet ayaklarımızı tahta bir zemine bastığımızda oluşacak çıtırtı hepimizin hafızasında saklı hiç unutmamak üzere ama Candaş'ın yaptığı gibi o çıtırtıyı alıp, farklı bir görüntüye bu kadar ustalıkla oturtabilmek büyük bir yaratıcılık gerektirir sanırım.

Ha bi de bu yazıyı buraya kadar okuyabilenler bana bir mail atsın, okuduklarını bildirsin. Sabır konusundaki üstün inat ve başarı ödüllerinizi postalayayım hepinize birer birer.

Salı, Aralık 02, 2008

Your Infamous Harp - Prah Suomafni Ruoy



Şimdi bu Your Infamous Harp diye bir grubun bir şarkısı ama tabii çok daha güzel şarkıları var. Bir kere kalbimi albüme, benim email adresimde kulandığım laf ebeliğini kullanarak verdikleri isimle kazandılar. Bir ters bir düz işte. Tüm albümü dinlemek için sizi buraya tıklamaya davet ediyorum. Onun dışında, 2 ay önce falandı sanırım, ben bu gruba rastladım yine oralarda buralarda dolanırken internetin koridorlarında. Tüm şarkılarını dinleyip, korsancılık oynama sevdasına tutulmuştum ama aradığım albümü bulamamıştım. Bugün de Winter Songs'un "artist connection"larına bakarken bu grubu da sonradan hatırlatma olsun diye eklemiş olduğumu görüp sevindim. Yine korsan olma sevdasına tutuldum ve bu sefer başardım. İsteyenler mailboxımın kutusunu tıklatsınlar bu sefer. Albümü ortasındaki The Divide'ın albüme yaptıkları pek ilginç. Böyle huzurlu bir müziğin ortasına bomba yerleştirmeye eş değer bir korku öğesi eklemek pek ilginç bir fikir.

Şimdilik bu kadar. Bu grupla ilgili bir ara da Reset'e yazacağım. Benden önce buradan görüp de orada burada yazanları şimdiden esefle kınıyorum.

Sigur Rós - Svo Hljótt



Minn Heima Contest'teki kazanan videolardan biriymiş. En sevdiğim Takk şarkısına çekilmiş olmasıyla dikkatimi çekti. Videonun çok delisi olmadım açıkçası ama şarkının en deli dinleyicilerinden olduğum kesin. Her zaman dinlemiyorum. Zaman zaman, çok özlediğim vakitlerde açıyorum dinliyorum. Etkisi hep aynı oluyor. İfade edemiyorum hala.

Pazartesi, Aralık 01, 2008

Portishead - Machine Gun



Az önce bu videoya fehmi'nin blogunu gezerken rastladım. "Coğrafya: Almanya - Berlin"miş. Arada bir uyumadan önce izlenmeli, buz gibi suyla duş almış gibi uyumalı.