Cumartesi, Temmuz 07, 2007

Efterklang

Efterklang. Evet.

Aklımdaki yeniden keşfetmek adlı kutuya çoktandır dahil olan, ve hatta yeniden keşfedilmek için, tüketildikten bir süre sonra kendi kendini imha eden bir grup. Durum böyle olunca dinlenmeye başlandığında daha da büyük bir zevkle keşfediliyorlar; aralarına alıyorlar insanı. Aralarına diyorum çünkü kocaman kocaman boşlukların içine dahil ediliyor gibi hissediyorsunuz.

Bir albümleri var. İlk albumleri sanırım onların; Springer adında. Oradaki Antitech diye isimlendirilmiş, benim aklımda ise binbir şekilde ve binbir renkte varolan şarkının, kişisel tarihimde bir yerde önemli bir rol oynayacağını düşünmekten kendini alamadığım bir yanı var. İlk defa algıladığım bir şeyin arkasında fon müziği olacakmışçasına dinliyorum her seferinde onu. Anlamlandıramadığım için "çok" güzel olarak etiketlendirdiğim bir şarkı bu.

Üstteki paragrafın özeti:
Anlamlandıramadığım şeyleri seviyorum evet.

Benim tarafımdan sevilmek niyetinde olan her şeye tavsiye ediyorum bunu o yüzden. Anlamlanmasınlar, anlamlarını ifade etmek derdinde olmasınlar. Öylece dursunlar karşımda. Ben yükleyeyim her şeyi onlara aklımdaki ve içimdeki kırıntılarla. Kırılmış bir aynanın önünde duran bir objenin yansıması gibi kolaj haline getireyim ben onları kendimden bulduklarımla.

Üstteki paragrafın özeti:
İflah olmaz bir "abstract tutkunu" haline geliyorum gittikçe.

Beni tanıyanlara sormak isterim bir de (evet hatta sorayım) canımın sıkkın olduğunu nereden anlarsınız diye. Cevabı buralarda gizli işte. Ama kimsenin okumayacağını düşündüğüm bir introspektif yazının ortasındayken hemen vereyim cevabı:

Odamın düzenli oluşundan.

Zizek'i çocuğunun oyun odasındaki sadelikten ve oyuncakların oraya buraya saçılmışlığına karışmayışından ötürü de ayrıca sevmiştim hakkındaki belgeseli izlerken zaten. Annemin çılgın düzeni yüzünden sanırım hiç öyle bir odam olmamıştı. Ben de ilk fırsatta, şimdilerde odamın bir köşesinde duruyor olan, o zamanlar ise anneannemlerdeki kullanılmayan odada hep beni bekleyen düğme kutusuna saldırırdım. 4-5 yaşındayken o teneke "dagi" kutusunu açıp içindeki düğmeleri oraya buraya saçıp, onları türlü türlü başlıklar altında tematik klasifikasyonlara maruz bırakmak en sevdiğim şeydi. Hiç canım sıkılmazdı onlarla uğraşırken, hatırlıyorum da. Küçüklüğüme dair mutlulukla hatırladığım şeylerden biridir sanırım bu da. Sonra bütün düğmeleri bir anda eski dağınıklığına getirmek ve onları bir sonraki seansa kadar öyle bırakmayı istemek en büyük zevkimdi hatta. Ama hiçbir zaman öyle olmadı bu. Annem anneannemden almış olmalı bu düzen merakını. Halbuki ne vardı onlar orada, hiç kimsenin bir işine yaramayan, benden başka kimsenin içeri girmekten benim kadar istekli olmadığı o odada dağınık kalsalardı da ben her seferinde onları bıraktığım gibi bulsaydım...

Küçüklüğüm demişken, bir fetiş objem vardı o zamanlar benim...

Galata Kulesi

Babamın teyzesi "Nezahat teyze"nin o güzel eski evi, tam da kulenin duvarlarına bakıyordu. Evin salonu kule duvarına bakarken, tam karşı ucundaki oda balkonu evlerin çatılarına, şu anda ne olduğunu hatırlayamadığım koca bir reklam panosuna, onların ardında ise denize ve iskelelere bakıyordu. O ev benim kişisel "cennet"imdi sanırım. Ne zaman hatırlasam orayı gözlerim doluyor, tüylerim yerçekimine inat dikleniyor, yüzümde nostaljiyle karışık özlem dolu bir gülümseme oluşuyor. Her gün birilerine sessizce görev veriyordum ben sanki o zamanlar. Görevleri ise beni Galata Kulesi'ne çıkarmaktı. Hatırlıyorum da babam bir kez beni kucağında çıkarmıştı tepesine kulenin; asansörü bozuk olduğu için. O kulenin tepesine çıkmak benim için, dünyadan alınabilecek en büyük hazdı o zamanlar (belki de hala öyle) ve başka hiçbir zaman veya mekan hatırlamıyorum ki, pencereden baktığımda gördüğüm duvar beni bu kadar mutlu etsin. O küçücük aklımda, ufacık his dünyamdaki beni en mutlu eden şeylerden biriydi bu. Kulenin tepesinde ise kendimi bırakıveriyordum İstanbul'un kollarına. Sanki sahibiydim oranın da herkese deklare ediyordum o anlarda bunu. Kulenin tepesinde daire çizerek koşturmak, bir yere bakınca diğer yerleri göremiyorum diye üzülüp hemen diğer taraflara koşturmak gibi bir eğilimim de vardı.

Sonradan, biri beni farkında bile olmadan onlarca sene çıkmadığım o Kule'ye götürmüştü daha kendisiyle olan ilk İstanbul gezimizde. Ben bu durumun verdiği şaşkınlığın sahnesinde, kendimi yine o çocuk gibi hissetmiştim. Yine koşmak istedim daireler çizip ama büyümüştüm ve utandım. Adımlarımı hızlandırdığımı hatırlıyorum olanca gücümle. Yürüyormuş gibi yapıyordum, ayak bileklerimde bir anda varolduğunu farkettiğim "Hermes" kanatlarıyla... Küçükken ne güzelmiş her şey diye düşünmüştüm...

Yine birileri beni tutup götürmeden o kuleye artık kendi başıma çıkmayı denemeliyim o kuleye ilk İstanbul gezimde. Artık büyüdüm... Kanıtı ise "Özledim" kelimesini kullanabiliyorum. Zamanında yazmıştım "insanın masumiyetini yitirdiği anla eş zamanlı olarak anlamını kavradığı kavramdır özlemek" gibisinden bir şeyler... "Bilmek", "algıladığını fark etmek", "tatmak"tır ya hani. Tüm bunları arada cismini bilmediğin bir şeylerle bağlantılı olarak hissetmek ise hayatıma yeni girişini yaptı. Bu da apayrı bir yazı konusudur herhalde.

Bu gecelik bu kadar diyip, bu introspektif yazıya son noktayı koymak istemiyorum ama sanırım öyle yapmalıyım kurgu gereği.

Yakın bir zamanda "New York" temalı bir moleskine'i sahibine kavuşturmak istiyorum diyorum son olarak da.

1 saçmalayan daha çıktı:

Ayça dedi ki...

obviouslajtirmij ablacim :)
ben de buyudum ozaman ki ablami ozleyebiliorum ehehe :)

(gizli mesaji anlayinizzzz harekete gecinizzzz :D)