Salı, Temmuz 31, 2007

08-08-2007

Kişisel tarihimin önemli bir parçası olacak bu yukarıdaki tarih.

Ne mi olacak o gün? 03-09-2003'ten beri gitmediğim ama hayatımı hep orada geçirmek istediğimi bildiğim İstanbul'a gidiyorum. Daha yeni yeni etiketlerinden sıyırdığım bu şehre tekrardan bir tür etiket canavarı olmaya hazır ve nazır bir şekilde gidiyor olduğunu bilmek korkutuyor beni. Yine gidip sokaklar arşınlanacak, orası senin burası benim diye diye dolaşılacak sonra döndüğümde "bizim" diye adlandırdığım etiketlerle ellerim bomboş kalacak. Bembeyaz bir İstanbul beni bekliyor... Umarım çok karalamam bu sefer. Çok değerli çünkü o şehir. 5 yaşındaki divina için neyse İstanbul, öyle kalsın istiyorum orası hep...

Bir yandan da tabii dönüşümde artık daha uzakta kalacak ve bir sonraki görüşmemiz için anları sayacağım birileri olacak gökyüzüne doğru yol almış. Dün kendisiyle ilgili Tunalı'da dolanırken hakkında "Gelirse ancak Aralık-Ocak gibi görebilecek bir sonraki sefer buraları. Bu sefer belki de ilk karda burada olur" diye düşüncelere daldığım bu insan, düşüncelerimin arasında hoplamayı zıplamayı çok seviyor olsa gerek, neye elimi atsam, neyle ilgili konuşsam, kiminle buluşsam, nereye baksam bir şekilde omzuma dokunacak bir el gibi yakın duruyormuş gibi hissettiriyor. Seviyorum bu hissi... Umarım hep severim.

Daha bir çok şey hissediyorum; his ve düşünce skalamın sınırlarını bulmaya çalışıyorum bu konuda bu aralar. :)

Pazar, Temmuz 29, 2007

brainy

"everywhere i go is swirling,
everything i say has water under it."

Cuma, Temmuz 27, 2007

Excavate Yourself

Sabırlı biriyim ben ve bu benim en takdir ettiğim özelliğim. Unutmadan yazayım dedim. Unutursam buraya bakarım. Ama unutmam bilirim.

Perşembe, Temmuz 26, 2007

Together We Will Live Forever

Bugün hayatımda görebileceğim en güzel filmi izledim herhalde.

"The Fountain"...

Kelimelere nasıl dökebilmişim, buna nasıl cesaret edebilmişim ekşisözlük'te inanılır gibi değil ama insan dayanamıyor bir yerlere akıtması gerektiğini hissediyor filmden sonra içindekileri. Yanında sevdiği bir adam istiyor bir kadın, eminim bir erkek de yanında sevdiği kadını arıyordur. Hayatımda başlayan ne varsa bu filmle başlasın bu filmle bitsin istiyorum. Durup durup sigara yaktıracak, durup durup Clint Mansell'in Together We Will Live Forever'ını dinletecek, yapılan herhangi bir aktivitenin arasında kendine boşluklar yaratıp düşündürebilecek bir film bu.

Olmasını istediklerim ve olanlar diye ikiye ayırdığım, kimselerle aslında hiçbir şeyimi paylaşmadığım bu uzun zamanda, bu filmin benimle paylaştıklarını, bana tuttuğu aynanın nasıl da pürüzsüz ve berrak olduğunu nasıl anlatırım... Keşke bir yolu olsaydı.

Artık "olmasını istediklerim" diye bir klasör istemiyorum hayatımda. Ya olsunlar ya da olmasınlar diyorum içimden film bittiğinden beri. Ya olsunlar ya da olmasınlar. Evet.

İçimden akanları nerelere boşaltırım, o "hayat ağacı"ndan kim ne kadar içine akıtmak ister benden çıkanları bilmiyorum da. Kendi çözümsüzlüğüyle boğuşmaya çalışan biri olmaktan da sıkıldım çünkü. Biri çıksa artık "finish it" dese keşke... O biri öyle biri olsa ki sesini bana duyurabilecek kadar güçlü, sesini duyabileceğim kadar benden olsa.

Geçmişimle boğuşmayı bıraktım derken, şimdiler ve geleceklerle uğraşmak zorunda kalmak beni fazlasıyla yoruyormuş onu farkettim az önce de... Uğraşılacaklar listesinden hayatımın bu kadar içinden, "ben"den bir şeylerin olmasını da istemiyorum.

O da artık -ki buraları da okur o; bilir o kendini hatta, şimdilerde olsa, başka yerlere kaymasa. Buralarda yanımda bir yerlerde dursa. Ama her şeyin zamanı var oysa ki... Şimdilere, buralara gelmek için hesap kitap yapmak lazım eskilerle oturup. Bakalım...

Bir gün de bir şeylere feci halde takılıp kalmaktan korkuyorum aynı bazı şeylerden yakın zamanda korktuğum gibi. O korkular şimdilerde bu korkulara yol açtı işte... Biliyor olmak; öngörebiliyor olmak ne kötü bazı görüntüleri; bazı kokuları, tatları önceden hissedebiliyor, algılayabiliyor olmak ne sıkıcı... Ama ne çekici...

Neyse, daha fazla zırvalamadan artık bitireyim ben bugünümü.

Yeni bir günde bana bir film tarafından tutulmuş olan aynanın yalın parlaklığında kararlar diliyorum kendime. O kararları uygulayabilecek irade ve güç aynı zamanda.

İyi geceler.

Cuma, Temmuz 20, 2007

Eveet... Yine bir Efterklang gecesiyle karşı karşıyayız...

Antitech ile başladığım yolculuğa, Kloy Gyn ile devam etmekteyim. Sabahtan başladığım Cardinal Melon'uma akşam da Peppermill'de bir adet daha ekledim. (alt anlam: yazarın anlatmaya çalıştığı şey sanırım kafam güzel ondan böyleyim bakmayın siz benim bu hallerime)

Siz yine de alt anlamları falan bırakıp bakın benim bu hallerime... Sigara tüketimimin had safhada ilerlediği şu günlerde, tek aklıma gelen şey eskilerden bir takım görüntüler oluyor. Karanlık noktalara çekildiğimin gayet farkında olan ben, elinde olmadan bazı yerlere kaydı, bazı şeyler yaptı, mutlu oldu, mutluluğun tadına doyamadı, daha fazla olmak istedi, daha fazla mutlu oldu, yine doyamadı, daha fazla istedi ama Cardinal Melon misali, mutluluk da ufak bir şişedeki uçucu bir sıvıdan ibaretti. Dur dedi birileri. Durdum. Duruyorum. Durmak iyi bir şey olmalı. Sonradan farkedeceğim bunu da umarım...

Ondan, bundan, kitaplardan, yaz gecesinin güzel bir anlama geldiğini farkettiğim o andan, Zero 7'dan, saçlardan, ellerden, Exorcist'ten, göz açıp kapayıncaya kadar geçen Múm'lu 3 saatten, büyüden, sihirden, külden, "paylaşılan bir tabak tavuklu makarna"dan, yemek yaparken farkına varılan bir çift gözden, ayrıntı delisi bir insan olduğumun 1263623863876 defa kendi kendime kanıtladığım o zamanlardan, sabah kahvesinden, pancakelerden, "Tribeca"nın okunuşlarından, Sigur Rós ile dalınan uykulardan, turuncu yeşil perdelerden yansıyan ışığın birilerinin yüzüne ne çok yakıştığından;

tüm bunlardan mutlu mutlu bahsetmeyi isterdim.

İsterdim ama...

Madem yazım bunlarla ilgili olmayacak başka bir şey yazayım dediğimde aklıma başka bir şeyin gelmiyor oluşu da yine o hiç sevmediğim içimdeki o odanın açılıp, hep orada yaşaması gereken içimdeki bir 8 yaşındakinin yanına oyun arkadaşı bulduğu ve onu yanına, o odaya aldığı anlamına geliyor. Ne zaman öğrenecek tek kalması gerektiği gerçeğini; daha ne kadar şey başına gelmesi gerekiyor onun bilmiyorum. Şimdi bana düşen o oyun arkadaşını oradan çıkarması için ona kapıdan yalvarmak. Biliyorum çok zor olacak o kapıyı açması ama "Kinder sürpriz yumurta var elimde, senin için; hadi aç kapıyı" şeklindeki kandırmacalarım hala sürmekte... Bakalım. Merakla bekliyorum. Açınca da içinde envai çeşit düğmelerin olduğu eski bir kutu ve kinder'imle yanındaki çocuğu değiş tokuş etmeye çalışacağım inatla. Bu sefer kazasız belasız atlatacağımıza inanıyorum bu pazarlığı...

Ayça bana zamanında küçük bir adet biblo vermişti, Japonya'dan beni hatırlattığı için bana hediye aldığı... Ona benzetiyorum bazen kendisini. elleri falan yok onun da. Sıkıca sarmalanmış bir kumaş ile. Gözleri minicik görünmüyor. Ağzı ve burnu ise yok neredeyse. Prematüre henüz... Eskiden, çok eskiden böyle değildi. 12 yaşına falan gelmişti sanırım. İlkokulu bitirmiş olmanın haklı gururunu taşıyan bir çocuk gibiydi. Ama şanssız bir sene sonunda bir anda elleri kolları, tüm bedeni ve ruhu yara bere içinde kalmıştı. Bir yerlerden tepetaklak düşmüştü yaramazlık edip, sözümü dinlemeyip. Ama naapsındı... İlk kez hayal arkadaşları dışında harika bir arkadaş edinmiş olmanın verdiği heyecanla dağ tepe demeden dolanıyordu o ufacık boyuna aklına bakmadan... Sonra onun yaralarını sarmaya çalıştığımda farkettim ki yara almamış tek bir yeri yok. Ben de hemen mumyaladım kendisini. Beyaz değildi ama üstündeki bez. Pembeydi. O pembe kumaş onu hareket etmekten alıkoysa da bir gün bir şekilde yaralarını geçirecekti ne de olsa. Sonra şimdilerde uzun süredir dinlenmiş ve büyümüş olmanın verdiği cesaretle, hiç ummadık bir zamanda kollarını oynatıp kapıyı tıklatan ilk çocuğu yanına aldı. Oynadılar ama çok yoruldu. Elinde o çocuğun mavi oyuncağıyla köşesine çekildi. Nefes nefese oturuyor olduğunu biliyorum; gözlerimin önünde çünkü her an. Diğer çocuk ise sıkılmış bir ifade ile kapının önünde her an gitmek için o kızın gözlerinin içine bakıyor hatta. En iyisi çıkıp gitmesi belki de ama kapı açılmıyor. Kızın ikna olması lazım sanırım.

Bir gün ikna edebilmeyi başarabilirsem mutlaka yazacağım son durumu. Bilirim pek "Meraklı Melahat"larsınız hepiniz!

Vehasıl, ufak çocuk konuşmalarını bir tarafa atarsak, yeni müzikler dinleyesim, aklımı onlara verip, dağıtasım var çok feci... Yeni filmler izleyip, yeni anlamlar yükleyesim, hatta anlamsız bırakasım var... Zira anlam konsunda fazla yüklenme yaşıyorum son günlerde. Nereye ne anlam atayacağımı şaşırmış haldeyim. İmdat!

Artık yazıyı bitirmek istiyorum izninizle, daha fazla saçmalamadan.
Son olarak demek istediğim şey, odamdaki rengarenk lambaları tekrardan açmamı gerektirecek bir sebep arıyorum hayatımda. Bulanlar haber versin, bana yönlendirsin.

İyi geceler.

Çarşamba, Temmuz 18, 2007

Çok Şey

Hayatımın hiçbir döneminde senkronizasyon yüzünden bu kadar canımın sıkılacağını düşünmemiştim herhalde. Çünkü ne yaparsam, bana ne gelirse, benden ne giderse hep senkronize olmuştu. Hmmm bir şey dışında sanırım. Her neyse, bu şey de o şey'in bilmemkaç kat etkisini yapmış olsa da, bekleyip eşzamanlı hale gelmeyi umudediyorum olabilecek en doğru zamanda.

Onun dışında hayat güzel vapurlar falan. Havaalanlarından birilerini yolcu etmek dışında tabii... Odamda oturup sakin sakin yazılar yazmak, derslere girip sakin kafayla öğrencilerime ders anlatmak dışında pek bir şey yapasım yok. Haftasonu ise bir seçim yapmak zorundayım herkes gibi. Seçim yapmakta sorunlarım var o yüzden aceleciyim belki de. Seçilecekler listesini zaman geçirip daha da kabartmayayım diye olsa gerek.

Sonra paranoyalarımla ilgili kaygılarım, başkalarının endişesi, onun derdi, bizim zamanla olan uyumsuzluğumuz derken yaz geçse. Yazıp geçsek.

Ve kış gelse. Eve kapanıp, gömülüp güzel bir Sigur Rós konseri olduğu haberini almak istiyorum. Çılgınca heyecanlandırsın bu beni istiyorum.

Her taraf karlarla kaplı olsa ve ben hiç uyanmasam istiyorum tabii bir de. Ayaklarımı insanla temas etmemiş kara batırsam, sesini dinlesem rüyalarımda. O sesle mutlu olsam, hissetsem içimdekileri zira bir süre daha "Comfortably Numb" bir halde yaşayacağım sanırım. Hislerimle barışık olmadığım bir dönem mi bekliyor beni yine acaba diye içimden geçirmeye başladım bu sabahtan beri. Bakalım...

Merak bitti. Yerine kalıntıları kaldı. Karanlık noktaları, tam bu yazıdan önce buraya eklediğim o yazıyla ilgili kaygılarımı, onların bir anda nasıl bu denli arttığı, nasıl da her aklıma gelenin önüne geçilemez bir şekilde tek tek hayatta yerini bulduğu gibi konulara girmek istemiyorum. Girersem beni kim çıkarır oralardan bilmiyorum.

Önizlemesi olsaymış keşke bazı şeylerin de seçip beğenip bir kolaj yapsaymışız hayatımızı, geleceğimizi. Neleri yaşar, kaydeder, neleri silerdik oralardan acaba?

Uzun lafın kısası, umuyorum ki son zamanlarda yaşadıklarımdan dolayı önüme çıkacak olan şeylerin önizlemesi olsaydı, yaşamayı tercih etmeyeceğim şeyler yaşamamış olayım.

Perşembe, Temmuz 12, 2007

Karanlık

İçimdeki başka bir şeylerin yarattığı karanlık bir tarafı daha keşfetmek istemiyorum. O keşfettiğim şeyler bana ait değiller çünkü. Bir şeylerin içime sinsi sinsi yerleştirdiği kötücül şeylerden olabildiğince uzak bir yaşam ne kadar renkli geçer bilmiyorum ama en azından kendi renklerimin ardımdaki gölgelerin karanlığına aşinayım. Bunların gölgelerine de aşinayım ama o aşinalık had safhada olumsuz noktalara refere ediyor. O yerlere bulaşmak istemiyorum. İçimde oluşan o hastalıklı bölgeye ne zamandır giriş yapmamışken, beni yine o tarafa çeken bir ağırlık istemiyorum hayatımda.

İnsanların en büyük mutluluklarının ardından en büyük üzüntülerini yaşamaları, o mutluluğun hemen akabinde gelen muz kabuğuna basıp ayağın kaymasıyla başlayan o -kıçüstü yere oturuş demek isterdim ama o kadar hafif de değil- yerin bilmem kaç kat dibine giriş, tepetaklak oluş, tarot kartlarında "asılan" ve "kule" kartlarının üstüste denk düştüğü bir durumu yaşamaları ne acı...

Bunun farkındayken, çok büyük mutluluklara tekrardan gönüllü olmaya hala cesaret edebilmek, o cesaret ediş'e hayret edebilmek, bir yandan da kendini durdurmaya çalışmak ne kadar doğrudur bilmiyorum. Neden sular bulanır, neden hayat hep olmadık yerden insanı vurmaya çalışır onu da anlayabilmiş değilim.

Halbuki derslerime iyi çalıştım ben.

Çarşamba, Temmuz 11, 2007

Cocoon

Saklanmayı küçükken öğrenmişim.

Öğrenmiş miyim bilmiyorum... Belki de hep içinde bulunduğum,öyle bir kozam mı vardı artık, yoksa yalnız kalmayı mı seçmişim eskiden beri onu da anımsamıyorum. Küçükken oynadığım oyunların en güzellerini hayali arkadaşlarımla oynardım...

Sonradan kendimi açmayı öğrendim. Kabuğumu üstümden atmayı, en azından bazı durumlarda bazı şeyleri by-pass etmeyi öğrendim. Sonra kendimi açtıkça daha çok kabuk bağladığımı farkettim.

Bir süre sonra da kendimi birine tamamen açtım. Beynimin tüm kıvrımlarını ona göstermekten zevk aldığım, içimdeki ufacık his kırıntılarını bile ona söylemekten kaçınmadığım bir ilişkiydi o. Hiç kimseye o kadar açık olmamalıydım diye düşünüyorum bazen de. Sonradan farkettiğim bir şey oldu tabii bu. Çünkü bir insan çocukken sahip olduğu özelliklerini temel düzeyde ne kadar uzun süre koruyabilirse hayatta kalabilme, tutunabilme şansı o kadar da artıyordu. Onu farkettim. Farketmem biraz canımı yaktı. İyi de oldu.

Şimdilerde ise birilerine kendimi açmaktan korktuğum, tamamen içime kapanmaktan da bir adım uzakta olduğum zamanlardayım sanki. Kendiliğinden olan şeyleri seviyor olsam da, o kendiliğindenliğe kendini kaptırmak çok büyük iradesizlik ve geriye dönüş başlangıcı gibi bir şey gibi geliyor.

Bu yazıya yönelik etiketler diyor aşağıdaki kutucuğun hemen yanında ve şöyle yazıyor;

scooter'lar, tatil, sonbahar.

O halde, bir adet scooterla sonbahar'da bir tatil yapayım ben. Benzerliklerden kaçayım, düşlerden uzak durayım, rüyamda gördüğüm patlayan binalara ise girmeyeyim zaten hiç...

Sadece gerçek olanın -her ne ise gerçek- ortada durduğu bir yaşamın netliğinde, öngörülebilir hayatlara, deneyimlere açık olayım, kendiliğinden olanlara kapımı kapatayım bir süre, kendimi tatile adayayım...

İçimde bir sıkıntı var. Baş harfi "b".

Cumartesi, Temmuz 07, 2007

Efterklang

Efterklang. Evet.

Aklımdaki yeniden keşfetmek adlı kutuya çoktandır dahil olan, ve hatta yeniden keşfedilmek için, tüketildikten bir süre sonra kendi kendini imha eden bir grup. Durum böyle olunca dinlenmeye başlandığında daha da büyük bir zevkle keşfediliyorlar; aralarına alıyorlar insanı. Aralarına diyorum çünkü kocaman kocaman boşlukların içine dahil ediliyor gibi hissediyorsunuz.

Bir albümleri var. İlk albumleri sanırım onların; Springer adında. Oradaki Antitech diye isimlendirilmiş, benim aklımda ise binbir şekilde ve binbir renkte varolan şarkının, kişisel tarihimde bir yerde önemli bir rol oynayacağını düşünmekten kendini alamadığım bir yanı var. İlk defa algıladığım bir şeyin arkasında fon müziği olacakmışçasına dinliyorum her seferinde onu. Anlamlandıramadığım için "çok" güzel olarak etiketlendirdiğim bir şarkı bu.

Üstteki paragrafın özeti:
Anlamlandıramadığım şeyleri seviyorum evet.

Benim tarafımdan sevilmek niyetinde olan her şeye tavsiye ediyorum bunu o yüzden. Anlamlanmasınlar, anlamlarını ifade etmek derdinde olmasınlar. Öylece dursunlar karşımda. Ben yükleyeyim her şeyi onlara aklımdaki ve içimdeki kırıntılarla. Kırılmış bir aynanın önünde duran bir objenin yansıması gibi kolaj haline getireyim ben onları kendimden bulduklarımla.

Üstteki paragrafın özeti:
İflah olmaz bir "abstract tutkunu" haline geliyorum gittikçe.

Beni tanıyanlara sormak isterim bir de (evet hatta sorayım) canımın sıkkın olduğunu nereden anlarsınız diye. Cevabı buralarda gizli işte. Ama kimsenin okumayacağını düşündüğüm bir introspektif yazının ortasındayken hemen vereyim cevabı:

Odamın düzenli oluşundan.

Zizek'i çocuğunun oyun odasındaki sadelikten ve oyuncakların oraya buraya saçılmışlığına karışmayışından ötürü de ayrıca sevmiştim hakkındaki belgeseli izlerken zaten. Annemin çılgın düzeni yüzünden sanırım hiç öyle bir odam olmamıştı. Ben de ilk fırsatta, şimdilerde odamın bir köşesinde duruyor olan, o zamanlar ise anneannemlerdeki kullanılmayan odada hep beni bekleyen düğme kutusuna saldırırdım. 4-5 yaşındayken o teneke "dagi" kutusunu açıp içindeki düğmeleri oraya buraya saçıp, onları türlü türlü başlıklar altında tematik klasifikasyonlara maruz bırakmak en sevdiğim şeydi. Hiç canım sıkılmazdı onlarla uğraşırken, hatırlıyorum da. Küçüklüğüme dair mutlulukla hatırladığım şeylerden biridir sanırım bu da. Sonra bütün düğmeleri bir anda eski dağınıklığına getirmek ve onları bir sonraki seansa kadar öyle bırakmayı istemek en büyük zevkimdi hatta. Ama hiçbir zaman öyle olmadı bu. Annem anneannemden almış olmalı bu düzen merakını. Halbuki ne vardı onlar orada, hiç kimsenin bir işine yaramayan, benden başka kimsenin içeri girmekten benim kadar istekli olmadığı o odada dağınık kalsalardı da ben her seferinde onları bıraktığım gibi bulsaydım...

Küçüklüğüm demişken, bir fetiş objem vardı o zamanlar benim...

Galata Kulesi

Babamın teyzesi "Nezahat teyze"nin o güzel eski evi, tam da kulenin duvarlarına bakıyordu. Evin salonu kule duvarına bakarken, tam karşı ucundaki oda balkonu evlerin çatılarına, şu anda ne olduğunu hatırlayamadığım koca bir reklam panosuna, onların ardında ise denize ve iskelelere bakıyordu. O ev benim kişisel "cennet"imdi sanırım. Ne zaman hatırlasam orayı gözlerim doluyor, tüylerim yerçekimine inat dikleniyor, yüzümde nostaljiyle karışık özlem dolu bir gülümseme oluşuyor. Her gün birilerine sessizce görev veriyordum ben sanki o zamanlar. Görevleri ise beni Galata Kulesi'ne çıkarmaktı. Hatırlıyorum da babam bir kez beni kucağında çıkarmıştı tepesine kulenin; asansörü bozuk olduğu için. O kulenin tepesine çıkmak benim için, dünyadan alınabilecek en büyük hazdı o zamanlar (belki de hala öyle) ve başka hiçbir zaman veya mekan hatırlamıyorum ki, pencereden baktığımda gördüğüm duvar beni bu kadar mutlu etsin. O küçücük aklımda, ufacık his dünyamdaki beni en mutlu eden şeylerden biriydi bu. Kulenin tepesinde ise kendimi bırakıveriyordum İstanbul'un kollarına. Sanki sahibiydim oranın da herkese deklare ediyordum o anlarda bunu. Kulenin tepesinde daire çizerek koşturmak, bir yere bakınca diğer yerleri göremiyorum diye üzülüp hemen diğer taraflara koşturmak gibi bir eğilimim de vardı.

Sonradan, biri beni farkında bile olmadan onlarca sene çıkmadığım o Kule'ye götürmüştü daha kendisiyle olan ilk İstanbul gezimizde. Ben bu durumun verdiği şaşkınlığın sahnesinde, kendimi yine o çocuk gibi hissetmiştim. Yine koşmak istedim daireler çizip ama büyümüştüm ve utandım. Adımlarımı hızlandırdığımı hatırlıyorum olanca gücümle. Yürüyormuş gibi yapıyordum, ayak bileklerimde bir anda varolduğunu farkettiğim "Hermes" kanatlarıyla... Küçükken ne güzelmiş her şey diye düşünmüştüm...

Yine birileri beni tutup götürmeden o kuleye artık kendi başıma çıkmayı denemeliyim o kuleye ilk İstanbul gezimde. Artık büyüdüm... Kanıtı ise "Özledim" kelimesini kullanabiliyorum. Zamanında yazmıştım "insanın masumiyetini yitirdiği anla eş zamanlı olarak anlamını kavradığı kavramdır özlemek" gibisinden bir şeyler... "Bilmek", "algıladığını fark etmek", "tatmak"tır ya hani. Tüm bunları arada cismini bilmediğin bir şeylerle bağlantılı olarak hissetmek ise hayatıma yeni girişini yaptı. Bu da apayrı bir yazı konusudur herhalde.

Bu gecelik bu kadar diyip, bu introspektif yazıya son noktayı koymak istemiyorum ama sanırım öyle yapmalıyım kurgu gereği.

Yakın bir zamanda "New York" temalı bir moleskine'i sahibine kavuşturmak istiyorum diyorum son olarak da.

Pazartesi, Temmuz 02, 2007

sissies

Kardeşlerin olması süper bir şey. İki tane çılgın insan olunca o kızkardeşler daha da güzel. Az önce mesela şöyle bir diyalog geçti karşımda otururken aralarında.

Gökçe: Bu Marilyn'in kaburgası yok diyorlardı bir ara. Öyleyse kalbini ne koruyor acaba? Hmmmm
Gözde: Becel

:)

Hastasıyım bu ikisinin.