Bugün yolda yürürken ve yolun sol tarafından gelen arabaları kollarken ilk defa Londra'da eksik olan şeyleri düşündüm. Yok, aslında bu Londra'nın değil, benim eksikliğim. Yoksa geldiğimden beri beni o kadar doldurmuş ki, ancak 3,5 ay sonra aklıma düştü bu düşünce.
sordum kendime:
"Şu anda, daha ne olsun isterdin?"
- köpeğimi
dedim. Hayatta benim olduğunu düşündüğüm herşeyden daha çok benden birşey olan tek şey. çocuk. En fazla 11 sene daha yaşayacak olan çocuğumla birlikte geçireceğim zamandan çaldığımı farkedip, içime yeteri kadar hüzün doldurunca, ikinci maddeye geçtim.
Gitarımı istiyorum. Anlaşılan o ki, üretkensizliğim başıma vurdu. Beşkuruşluk boş vaktimin ile üçkuruşluk kısmını bile ayıramayacağımı bildiğim halde, her an elimin altında olması gereken bir meta imiş o. Planlanamayacak kadar zor ve sınırsız hayalleri nadiren kuran, hatta bu bağlamda aslında çok da 'hayal' kurmayan bir insan olarak, sanırım yaratıcı tarafımı en çok o teller üzerinde tatmin ettiğim kanısına vardım. bugüne kadar özgün bir şey ile çıkagelmemiş olsam da karşınıza...
Sigara içmek... Artik her yaktığımda aynı eski tadı vermiyor. Eskiden sigarayı yakma anının içeriği ile, o an sigara içmekten alacağım keyif arasındaki bağıntıyı ve orantıyı düşünmezdim. Şimdi düşünüyorum. Etrafımdaki binalar, insanlar, kafamı kaldırdığımda o gri az bulutlu gökyüzü ya da yolun solundan akan arabalar... Şehir. şehri soluma arzusu, sigara dumanını çekmeme mani oluyor. Bu iyi mi, kötü mü karar veremedim. Ama bu hissiyatın biryerinde 'yalnızlık' gizli. Onu biliyorum.
Sonra bir an duraksıyorum yürürken aklımda bu düşüncelerle. Metro istasyonuna gelmişim bile! Trene binip, kitabımı okumaya başlayana kadar yoksunluğunu hisettmediğim şeyleri düşünüveriyorum iki arada bir derede. Arabam mesela... Onca anısına rağmen, onun hayatımdan çıkıp gidişini çabuk kabul etmişim. Az da olsa, şaşırıyorum. Nedense bunu Pınar'ın hayatımdan çıkışı ile paralel görüyorum. En çok onunla özdeşleşmiş olduğundan olsa gerek...
Odamı özlemiyorum. webcam teknolojisine hayran kaldığım an, evdeki kameranın açısının, hep bilgisayar başında arkamı döndüğümde odayı görme açısı ile aynı olması sayesinde hayret edilecek kadar kendimi odamda hissedebiliyorum. Hatta pencereden dışarı bakıp, yağan karı dahi gördüm. iPodlardan halen nefret ediyorum ama sanırım bir webcam fanatiğiyim.
Ankara. İçindeki insanlar olmadan hiçbir anlamı olmayan şimdiki ikincil yaşam alanım. İçinden insanları çekip çıkarıp, sadece çıplak halini düşündüğümde midemi bulandıran, ismini bile duymak istemediğim şehir.
Türkiye. Aynı Ankara gibi. Ne de olsa oradan yönetiliyor değil mi! Bir keresinde söyle demiştim kendi kendime: "Avrupa'da ya da Birleşik Krallık'ta, kendimce insan gibi yaşayayım o düzende, güzellikte ve estetikte; onların yaşam standartlarını oraya göç edip sömürüyorsam, varsın beni de bir kısım ikinci sınıf vatandaş yerine koysun". Eh haksız da sayılmazlar ki! Yarattıkları düzenin hep iyiye doğru gidişini hayranlıkla izlerken, "Pek doğru demişim" diyorum içimden. Burada birincil sınıf insanların ülkeleri ve kendi mutlulukları için sahip oldukları toplumsal bilinci gördükten sonra... Yeri geldiğinde ne kadar sonuna kadar savunsam da, yapılan her türlü haksızlığa karşı sözel mücadelemi sürdürsem de, ülkemin layık olmadığı yönetimlerle, layık olmadığı bir düzeyde olduğuna inancım gittikçe zayıflıyor ve yokoluyor. Görüyorum ki, tarihinde toplumunun içinden yükselen bir kanlı devrim yaşamamış olan ülkem, aslında treni çoktan kaçırmış! Ve iki acı gerçek çarpıyor yüzüme: Birincisi "Fakirliğin kısır döngüsü" ; ikincisi "Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir". Ülkemin çıkmazı ile bu denli yüzleşmek pek acı. Üzüntü ve sinir birbirine karışıyor her bu noktaya vardığımda.
Bunalıyorum. Yazık!
Düşünmeyi bırakıp, trene biniyorum.
Globalden nasyonele ve en sonunda da bireysele inerek, en küçük dünyamın pencerelerinden birinden bakmak üzere kitabımı okumaya başlıyorum.
13/02/06: Londra, Barbican Metro Istasyonu.