Nerede kalmıştık? Sanırım bir Viyana vardı. Hemen başlıyorum.
19 Ağustos sabahından bir gün önce O. ile Viyana'ya doğru yola koyulmaya karar verdik. Fakat biraz salak biraz da sarhoş olmamızdan dolayı, bir gün önceden yapmamız gereken en önemli ve hatta belki de tek şeyi yapmadık ve koca Viyana'ya arabayla Prag'tan nasıl gidileceğiyle ilgili hiçbir harita falan almadık. Google maps'imizden çıktılar almadık. Sonra sabahın saat 7'sinde ben O.'ı uyandırırken aklıma gelmeseydi, daha evden sağa mı yoksa sola mı dönüleceğini bile bilmiyorduk. Sonunda O. giyinirken ben de bilgisayardan en azından otobana nasıl çıkılacağıyla ilgili araştırmalar yaptım. Velhasıl birkaç belli başlı dönüşü ve yolu belleğe kazıdıktan veya daha doğrusu kazıdığımızı düşündükten sonra, 2 günlük Viyana yolculuğumuza başladık.
Normalde arabaların sağ koltuğunda oturmak konusunda herhangi bir tedirginlik yaşamam ama bu araba biraz farklı bir arabaydı. Söz konusu olan iki kişilik üstü açılan ve çizgi filmlerde görülen türden bir turbo butonuna basınca bir anda delice hızlanan ve yere yakın oturan içindekileri her hareketinden haberdar eden bir z4 olunca, sürücüsünün o araba içinde ne kadar aklı başında kalabilceği konusunda şüpheler doğuyor tabii ki. Çek Cumhuriyeti'nin garip trafik işaretleri var. Bir kere hiçbir yerde görmediğim trafik ışıkları ve garip "ordan dönülmez, buradan dönülür" tadında işaretleri insanı salaklaştırıyormuş. Üstüne bir de nereden nereye çıkılır konusunda oldukça yetersiz yolları var. Otobanı bulana kadar bir saatimizi geçirdik ki O.'ın Almancası ve benim İngilizcem tek bir Çek vatandaşıyla iletişim kurmamıza yardımcı olmadı. O benzin istasyonun senin bu araba tamircisi benim bir saat boyunca bulduğumuz her köşede durup navigasyona baktık, haritaya göz attık, insanların Çekçe yer yön anlatmalarının imkansızlığında sonunda Almanca konuşan bir insan bulup onun yardımlarıyla otobana çıktık. Rahat rahat otobanda müziğimizi dinleyerek bir buçuk kadar yol aldıktan sonra üzerinde şehirleri ve köyleri tek tek görebilecğeimiz bir yola çıktık ve bu yolda tabii ki tırların arkasında kaç dakika geçirdik anlatmak istemiyorum. Köyleri, kasabaları ve güzel minik yerleşim alanlarıyla nispeten büyük olduğu için şehir sayılmış tüm Çek yerleşim birimlerinin içinden geçerken daha rahattık zira doğru yolda olduğumuzu biliyorduk.
Her tarafta Brno denilen yere gittiği söylenen yolların önünden geçtik ve neresi burası şeklinde sorulara gark olduk. Sonunda Avusturya sınırına yaklaşırken yol kenarlarında playboy mansion tadında güzel kızların içerde fink attığına dair kocaman panolar ve görünce insanı epeyce şaşırtan devasa ejderhaları ve uçaklarıyla süslü casinoları geçtik ve o sırada Avusturya sınırları içinde olduğumuzu bana büyükelçilikten gelen mesajla onayladık. Gördüğümü hatırladığım ilk şey bir yel değirmeni ve otobanın üzerindeki ufak geçitlerden sakan asma yapraklarıydı. Hoşgelmiştik.
Beş saatlik bir yolculuğun ardından Viyana'ya gelmiştik ama bu şehirle ilgili Prag kadar önceden edindiğim bilgi yoktu. Öyle ki kalacak yer bile ayarlamamıştık nasılsa bir yer buluruz diye. Her şeyin Viyana'da sürpriz olarak beni bekliyor olduğu fikri taa bu tatil fikrinin oluştuğu zamanlardan beri beni heyecanlandırıyordu ve fakat şehre ilk girdiğimiz anda gördüğüm o harika tarihi binalar bile beni heyecanlandırmamıştı. Ufaktan hayal kırıklığına uğramış bir şekilde yemek yemek ve arabayı park etmek için bir yer bulmaya çalıırken etrafı izledim ve birkaç fotoğraf çektim. Prag kadar beni ilk anda etkilememiş bu şehre büyük haksızlık yaptığımı o dakikalarda bilmiyordum tabii. Sonunda Museumsquartier'in yakınında bir yerlerde arabayı park edip, güzel bir cafe arayışına girdik. Nitekim bulduk da. Kocaman güneş gözümüzün içine girmesin diye yer bile beğenmedik hatta. Oturduğumuz yerde ise Almanca'nın içinde kaybolan ben O.'ın başını didiklemeye, menüye bakarken "bu ne şimdi?" "peki burdakinin içinde ne var" şeklinde sorularla onu bunaltmaya başladım. Sonunda garson gelip siparişi alacağı zaman ben hemen atlayıp İngilizce konuşmaya başladım. Bir süre siparişi o şekilde verdikten sonra O. ve garsonun bana gülümsediğini fark ettim zira adamcağız Türkmüş ve içeri girerken Türkçe konuştuğumuzu duyduğundan sanırım, Türk olduğumuzu anlamış. Benimle de Türkçe konuşuyormuş ama ben otomatiğe bağlamış şekilde her işimi İngilizce görmeye şartlanmış bir insan olarak onunla İngilizce konuşuyormuşum. "Ama o bagetin içinde salam var" dedi mesela adam bana. Türk'tü evet gerçekten de.
Orada harika bir öğle yemeği yemişken, hemen akşamki Deerhunter biletlerini almaya gidelim dedik. Online almıştık zaten ama oradan da biletleri almak gerekiyordu. Museumsquartier'e doğru yola koyulduk. Park ettiğimiz yerde bize ceza yazacaklarını söyleyen adama inanan O. ise bana bir bira borçluydu zira girdiğimiz "bize ceza yazdılar, yazmadılar" iddiasında umutsuz olan ve bir önceki gün Prag'ta kale tarafında yediğimiz park cezası lanetinin onu Viyana'da da bulacağına inanan O. ceza yediğimizi düşünüyordu. Bense umudumu yitirmemiş bir insan olarak iddiayı kazanan taraf oldum. Museumsquartier civarındaki bilet ofisi yolundayken, nihayet navigasyon teyzemiz Çek Cumhuriyeti sınırları içindeki felaket "female gps" modundan çıktı ve tıkır tıkır bize yolları tarif etmeye başladı. Ben de elimdeki küçük Viyana rehberini çıkarmış o bölgede neler olduğuna bakarken
MUMOK'un orada olduğunu görüp büyük çapta bir sevinç yaşadım zira MUMOK Viyana'daki bir modern sanat galerisiydi ve içinde görmek istediğim şahane eserler vardı. Museum Moderner Kunst Stiftung Ludwig Wien şeklinde bir isme sahip olan bu galeri mutlaka gezilmeliydi. Ofise uğrayıp görevliyi biri İngilizce biri Almanca konuşan iki arkadaş olarak iki dili de konuşmaya mecbur bırakıp şaşırttıktan sonra sıra galeriyi gezmeye gelmişti. İçeriye girince koca bir avluya açılan bir bina ve avluda hoş kafelere sahip olan bir alanda ortadaki çiğ sarı renkteki koca yapılar üzerinde dinlenen ve vakit geçiren, ders çalışan, arkadaşlarıyla birasını yudumlayıp konuşan insanları görünce Viyana'ya içim bir anda ısınıverdi sonunda. İçeri girince sağ tarafta MUMOK solda ise Klimt ve Schiele'nin eserlerinin görülebileceği Leopold Museum görülüyor. Leopold'u sonraya saklamaya karar verip hemen MUMOK'a daldık.
Müzenin binası gri renkte gayet ilgi çeken bir mimariye sahip ve yedi kat ayrıtemalarla düzenlenmiş. Her katta sergilenen eserlerin dönemi ve o döneme ait bilgiler hem İngilice hem de Almanca olarak salonların girişlerindeki ufak hollerde ilgilenmeyen insanı bile içeri sokabilecek kadar basit ve ilgi çekici bir dille duvarlara yazılmış. Biz gittiğimizde ki hala devam ediyor olmalı o özel sergi, Cy Twombly'nin eserlerine ait ayrıca bir kat vardı. Bu ziyaretle ilgili sayfalarca yazı yazabilirim zira üç saat boyunca bıkmadan usanmadan bazı katları ikişer üçer kez gezdiğim bu müze bu gezimin en duygusal en climatic anlarına ev sahipliği etti. Fakat onun için ayrıca bir yazıyı bir ara buralara yazmak istemekteyim. Velhasıl 1960larda Amerikan Sanati temalı Pop Art akımına dahil olan Jasper Johns, Rauschenberg, Oldenburg ve Rothko'nun yakın arkadaşı ve akımdaşı olan Motherwell'in eserlerini gördüğüm katta beni deli sanmış olabilirler zira her eseri gördüğümde yüzümde kocaman bir gülümseme, aklımda bu zamana kadar onlarla ilgili okuduklarımın ve düşündüklerimin aklımdan kalbime doğru akması ve karşısında çocuk gibi mutlu olduğum kocaman kanvasları bir saat boyunca izlemiş olabilirim.
Bu kısım ise Klasik Modern'lerin bulunduğu kattı. İçinde Oppenheimer'dan, Kupka'ya, Picasso'dan, Matisse'e ve oradan Richter'e ve Kandinsky'e uzanan bir skala var ki bu kısım da beni öfori krizlerine sokacak kadar heyecanlıydı.
MUMOK'u kolay kolay terk edemedim tabii. Mağazasından kendime, kardeşlerime ve arkadaşlarıma hediyeler aldım. Sonundaysa O. ile oturup müzenin yanındaki kafede biralarımızı içtik. Küçük Rebecca'ya ufak bir hediye verdim, onu mıncıkladım, bana gülümsedi. Öyle bir bebeğimin olması fikri o müzenin yanında epeyce hoşuma gitti ama nedense şu anda Ankara'da oturduğum koltukta bu bana o kadar da iyi bir fikir gibi gelmiyor. Neyse, oradan kalktığımızda saat 5'ti. Bu arada last.fm'den zamanında tanıştığım ve komik bir tesadüfle Radiohead konseri için Prag'a geleceğini öğrendiğim C. ise Deerhunter'da da bizimle olacaktı. O da kalkıp İstanbul'dan gelmişti ama onun gezi programı daha farklıydı. Onunla mesajlaşıp, konser alanında buluşmaya karar verdik ve Arena'ya gitmek üzere heyecanla Museumsquartier'den çıktık. Leopold her ne kadar sonraki güne saklanmış olsa da kendisine bir sonraki Viyana gezimde görülmek üzere göz kırpılmış da o esnada farkında değilmişim meğerse. Saklayın o Schiele'leri Klimt'leri benim için!
Bilet üzerindeki bölgeyi bulmak o kadar da zor olmadı şeklinde bu post'u bitirip bir diğerine hemen geçeyim diyorum çünkü son bir yılda en çok dinlediğim grup olan Deerhunter'ın delisi bir divina olarak tek başına bir yazı konusuydu onları izlemem. Görüşürüz yarına. Söz yazacağım.