Az şey var Spiegel im Spiegel gibi güzelliğini sadelikten alan. Keşke ben de öyle olsaydım deyip, bu şarkıyı (şarkı demek hakaret aslında) kıskanıyorum yine bu gece.
Az sayıda müzisyen/grup var aslında dinlemeyi hayatta bırakmam diyebileceğim. Çok müzik dinlediğim vakitlerden sonra, müzik konusunda ince eleyip sık dokuduğum şu son 1,5-2 yılda geriye kalanlara bakınca fark ettim bunu da. Deerhunter da bu gruplardan biri oldu. Yani öyle bir müzik ki onlarınki, dinlerken en iyi terzilerin ruhen ve fiziken sadece bana uygun tasarlayıp diktikleri kıyafetlerin içindeymişim gibi hissediyorum. Bir ara bu hayranlığım öyle bir boyuta gelmişti ki, bu blogun Radiohead/Deerhunter karışımında ibaret bir blog olmasından endişelenmiştim.
Lafın kısası gruba karşı bu hayranlığımın sebebi sanırım üyelerinin her birinin gerçekten çok hünerli oluşu. Deerhuner albümünü dinliyorum mutlu oluyorum tam yeni başka bir şeyler dinlemeye başlayacakken, Bradford Cox'un Atlas Sound'u yeni bir şeyler yapmış ona başlıyorum. Sonra o bitiyor, bu sefer de Lockett Pundt başlıyor. Bu haftasonu da Lockett Pundt'ın son albümünü dinledim. Yine son zamanlarda dinlediğim en kafa açıcı, en kaliteli ve aydınlık müziği yapmış, onu farkettim. Şaşırdık mı? Tabii ki hayır.
Kendisini zaten grubun diğer üyelerinden ayrı severim zira sevimlilik ve canayakınlıkta onları Deerhunter olarak izlediğim konserleri öncesi dikkatimi çekmişti. Gitarı mitarı bırakıp yanıma gelmiş, kırk yıllık arkadaşmışız da Viyana'da karşılaşmışız gibi mutlu, huzurlu sohbet etmiştik. 2009'daki ilk solo albümü The Floodlight Collective de yaratıcısı gibi kafamı dinlemek istediğim zamanlarda bana gerekli huzuru sağlamış bir albüm olmuştu. Lotus Plaza isminin ilk harflerinin sırrına erişen 13melek'in oluşum hakkındaki yazısının üzerine de şimdilik bir şey demeye gerek duymuyorum. En fazla görüp artırıyorum ve şuracığa koca bir konser bırakıyorum.
Ne zaman kulaklarımı dinlediğim diğer şeylerin kirinden pasından arındırmak istesem, birkaç grup/albüm/şarkı imdadıma yetişir. Bu şarkı da onlardan biri. Hatta öyle ki, kendisine tahsis ettiğim içimdeki o odada birkaç şarkı daha var; kalbime iki dakika yürüme mesafesindeler.
Zamanında dinleyip dinleyip ağladığım, üzüntüden sesimi çıkaramadığım, kendi içime en kapandığım, buralarda en çok yazıp, aslında hiç konuşmadığım döneme ait Shara Worden ve müziği.
Meğerse benim o dönemki halim gibi sesi güçlü ama kendisi kırılgan. O dönem onun şarkılarını özellikle de Gone Away / The Good & the Bad Guy / We Were Sparkling üçlüsünü, şarkıların içinde kaybolup, hiçbir şey için açmak istemediğim ağzımı sonuna kadar açıp, bağıra çağıra, bazen evde tek başıma bazen de insanların ortasında onları da garip anlarıma dahil ederek söyledim durdum.
Hiç aklıma gelmezdi bir gün ona bu anlardan bahsedeceğim; ifadesiz kaldığım bu gibi anlarda sesim olduğunu anlatacağım; ben ona bunları anlatırken gözleri dolup ellerimi tutacağı; ellerimle yüzünü tutup kocaman gülümseyeceğim.
Nasıl ki yaşadığımızın toprağın altında kaybolanları bulmak için arada bir kazı çalışması yapmak gerekiyor aynısını zihne de yapmak lazım. Zihnin derinliklerinde kaybolmuş anılar, o an bize ne hissettirdiyse, şu an da onu hissettirebiliyor. Tarihi bir esere dokunup, onun neler görüp geçirdiğini hissetmeye, anlamaya çalışmak gibi, anıların yapıştığı anlarda neler hissettiğimizi düşünmek, şimdilerde yaşamanın bir anlamı kalmadığı zamanlarda en büyük hazinemiz haline gelebiliyor. Unutmak kötüdür evet ama sırf sonra unuttuklarımız karşımıza çıktığında yaşadığımız tarifsiz hissiyatlar sayesinde iyidir de. Bir yaşanmışlık, bir kişi, bir şey unutulabilir belki ama o anı, o kişiyi, o şeyi, bizi oraya götürenlerle birlikte unutabilmek, ciddi bir hafıza sorunu yok ise kişinin istese de başaramayacağı bir şey. Bunun için şükretmek gerektiğini düşünüyorum.
O yüzden evet, unutmak, sonradan farkına varmadan ama her nasılsa bilerek bir yerlere serpiştirdiğimiz kırıntıları takip ederek hatırlamak koşuluyla dünyanın en güzel şeyidir bazen.
Dünya ile bağlantımın sadece somut eylemlerden ibaret olması her zamankinden çok canımı sıkıyor. Şarkı listelerinde kendimi aradığım bir gündeyim. Sinirliyim, öfkeliyim ve daha bir çoğu. Sonunda Sæglópur'a rastladım. Evet bugün ben buyum dedim. Özet geçmek gerekirse:
Onca zaman geçmiş ve ben bu şarkıyı buraya eklememişim demek. Bunu aslında Songs on Loop'a ekleyebilirdim ama yerinin burası olduğunu düşünüyorum. Şarkıyı ilk defa dinledikten sonraki her üzülmemde içimden en az bir kez olsun geçer kendisi. Olanca duygusallığıyla bana güç verir, içimi sakinleştirir, yalnız olmadığımı ve en azından öyle zamanlarda bile tutunabileceğim, seslenip beni kurtarmasını isteyebileceğim bir şeylerin var olduğunu fısıldar. En azından ben öyle hayal ediyorum. Diyor ki meleklerinkine benzeyen bir ses:
"Pull me out
Pull me out
Can't you stop this all from happening?
Close the doors and keep them out
Dig me out
Oh, dig me out
Couldn't you have kept this all from happening?
Dig me out from under our house"
Birkaç ay önce buralara koyup izlensin istediğim TKOL From the Basement'ın youtube'da yayınlanmasına izin olmadığından o post burada öksüz kalmıştı. Şimdi nihayet şahane bir şey olmuş ve youtube'da çılgın bir Radiohead arşivine sahip bir kullanıcı BBC ve Radiohead'den özel izinle youtube'a bu konseri koymayı başarabilmiş. Buyrun:
Another Earth ile Melancholia'yı üst üste gayet bilinçsiz şekilde izlemiş ve tükenmiş bir insan olarak şuraya iki satır yazmak istedim ama sanırım yapamayacağım. Şimdilik şöyle: