Salı, Şubat 23, 2010

Xiu Xiu - Grey Death (Kill Rock Stars)

Garip, eksik, yamalı, buruşuk, yaralı, çizilmiş, yırtılmış gibi sıfatlar geliyor aklıma Xiu Xiu denince. Grubun geçmişine çok hakim olmamamı mazur görün, ben ne zaman "Şu Şu" dense, kulaklarımı o yöne çevirmiş ve fakat onlara olan o ilgimi sabit tutamamış, bu anlamda tembelliğimin ve dağınık aklımın kurbanı olmuş biriyim. Birkaç şarkı, hoşuma giden ve gitmeyen birkaç söz ile sınırlı sanki grupla ilgili hafızamdaki her şey. Ha bir de Parenthetical Girls'ten Zac Pennington ile Jamie Stewart'ın beraber çalışmaları aklıma kazınmış. Her neyse, lafı bugün hiç uzatmak istemeyip yine sakız gibi uzatıyorum, son albümleri olan "Dear God, I Hate Myself"i ise bu müzik isteksizliği dönemimde hemen indirip dinledim. İlk dinleyişlerde bir türlü içine dahil olamadığım bir dünyaya girmeye zorlanıyormuşum ama içerden de grup beni şarkılarıyla dışarı atıyormuş gibi geldiğinden, orada burada muhtelif kişilere albümün vasat olduğu yalanını söylemişim de haberim yokmuş. Meğerse grup tarafından dışlanmamdan kaynaklanan hasetimden öyle demişim. Aramızdaki husumeti sonlandırdıktan sonra, onlara bir alıştım ki sormayın. Gün aşırı ziyaret ediyoruz grupla birbirimizi. Dinledikçe daha da güzelleşen albüm klişesi bir tarafa, prematüre dinleyişlerden sonra şarkılarla albümü dinleyecek olgunluğa ulaşan kulaklar gerekiyor bu grubu kavrayabilmek için, ki kavrayamadan da sevilmiyorlar zaten. En son bu sabah Pitchfork'ta albümün ikinci single'ı olan Grey Death (Kill Rock Stars) için en az grubun kendisi kadar ilginç bir klip yapılmış. Bugün baltayla onlara gidiyorum, klipte başaramadıkları birbirlerini öldürme işini ben halledeyim diyorum. Eh boşuna dememiş atalarımız, a friend in need is a friend indeed.

The XX @Pitchfork/Surveillance

"Oha son üç ayda Radiohead'den fazla dinlemişim" dediğim gruptur The XX. Sağolsunlar benle beraber etrafımdakilere kısa sürede (Intro'yu düşünürsek bu süre ortalama iki dakika sekiz saniye) bulaşmayı başardılar. Artık herkes işte, evlerde bu grubu dinliyor son dört beş aydır. Her ne kadar onları canlı dinlemek gibi bir istek içine sokamasalar da beni, yine de orada burada gördüğümde kulak kabartıyor, gözlerimi dikip izliyorum. Pitchfork'un Surveillance serisinden iki şarkılık, 11 dakikalık The XX minimini konseri de bunlardan biriydi. Benim içim bayıldı bazı bazı haberiniz olsun. Ayrıca son olarak söylemek isterim ki 2009'da üstün başarı ödülü vermek istediğim bu grubun buralara konser için davet edildiğinde istediği para, senelerdir başarısını devam ettiren ve getirilse baya sükse yapacağı bilinen grupların birkaç katıymış. Yavaş gelsinler diyesi geliyor bazen insanın.

Au - Ida Walked Away (Aagoo)

Portland nasıl bir memleket ise, oradan çıkan her şey dinlenesi oluyor sanki. Yine bir Portland grubu olan Luke Wyland'in projesi Au'dan daha önce bahsetmiştim. Baterist olan Dana Valatka ve Luke'un bir arada sürdürdükleri bu proje benim o zamanki deyimimle tertemiz bir müzik icra etmekteydiler. Au ve Verbs adında iki LP çıkarmış olan Au en son Amerika'da Ekim 2009'da Versions adında bir adet EP çıkarmışlar da haberim olmamış her nasılsa. Tabii bir süredir yeni müzik bulmak için pek de blog eşelemediğim düşünülürse çok doğal bu aslında. Bu EP'de ilk iki albümlerinden birkaç şarkının yeniden yorumlanması ve yeni birkaç şarkıdan fazlası yok. Bir de klipleri var Ida Walked Away (Aagoo) adlı şarkıları için Tokyo'lu yönetmen Takafumi Tsuchiya'nın çektiği. İzledim, yine kaleodoskopik müziklerine yakışır bir klip olmuş. Renkler, kareler, üçgenler, hepsi bir arada Kandinsky'e selam yolluyor gibi.

O halde nce klibi izleyin, ilginizi çekerse Luke'un kendilerini tanıttığı diğer videoya da göz atın.




We Have Signal: AU from We Have Signal on Vimeo.

Liars - Scissor

Liars dinlerken kendimi ufak bir erkek çocuğu gibi hissettiğimi söylemişimdir buralarda çok kez. Bu sefer öyle olmadı ama bu demek değil ki sevmedim, sevmeyeceğim. The Sisterworld'un ilk klibi Scissor, taşın makası ve hatta diğer bir çok şeyi nasıl kırabildiğine örnek teşkil etmekte. Saçmalamayayım da izleyin.

Cumartesi, Şubat 06, 2010

Moderat & Beach House

Reset'te geçen yaz yaptığım Moderat röportajım gecikmeli de olsa tam burada.

Bir de Beach House vardı ya hani, yazacaktım. Yazdım sözümde durup, ki bu bugünlerde çok şaşırılası bir şey. O da şurada.

Salı, Şubat 02, 2010

Beach House @Pitchfork: Forkcast "Norway"

"Ha ha ha" korosu ve Beach House.

"Norway"

"You know, you know, we belong by the stream, to the dawn"

Uzuuunca bir süre buralara yine uğramadım ama hissediyorum ki yazacak şeyler birikiyor. Bir süredir ketum ketum hayatıma devam etme sebebim, zaten buralara yansıttığım zaman bazı şeylerin her nedense anlamını yitirmesi oluyor ki bunu istemiyorum. Yaşadığım her şey öyle değerli geliyor ki, uzun süredir aklımın köşesinden geçmeyecek kadar hoş hislerin etrafımı sardığı bu dönemi an an, tek tek, içi pamuklarla doldurulmuş kutularda saklamak istiyorum. Bazı anlar var ki onlar daha değerli. Onlar için ayrı uygulamalarım var ama bundan bahsetmeyelim şimdi.

Eh peki neyden bahsedelim? Onu da bilemiyorum. Hayatımın önemli bir kısmını oluşturan müzik konusunda pek iştahlı olmadığım bir dönemi geride bıraktığımı düşünüyorum. Aslında şu anda Beach House'un Teen Dream'ini review etmem gerekiyor ama buralarda kafamı toplayana kadar alıştırma yapıyorum.

Artık bazı defterleri de atmam gerektiğini fark ettim az önce de. Eskiye dair çok sevilen insanlara yazılan yazılar yazıldığı anda o güzelliği dillendirmekten mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama her şeyi bir anda yerle bir edebiliyor. Şimdi çok sevilene bir şeyler yazmak o kadar korkutuyor ki... Ona yollanmayacak veya daha sonradan gösterilmesi için tutulan hiçbir defterim olmasın. Ya her şey anında ona gösterilsin, okutulsun, ya da hiç yazılmadan dursun öyle, yeri geldiğinde kullanılsın istiyorum. Nasıl ki sürekli kendimi eleştirerek içimde tuttuğum o olumsuz his kütlesinin yapısını bozarak kendimi rahatlatıyor ve anlamsızlaşana ve ben sıkılana kadar mıncıklayıp, şekilsiz amorf bir kütleye dönüştürüyorum, aynısını olumlu his yumakları için de yapabildiğimi fark etmiş bulunmaktayım. Ne kadar fazla söz, ifade ve "o"na iletilmemiş yazı, o kadar üzüntü, o kadar yapıbozumu, o kadar anlamsızlık ve sonrasında gelen hayal kırıklığı demek benim için.

Öte yandan şu anda yine dinlemeye başladığım Teen Dream ise beni Beach House'u ilk duyduğum ve dinleyip çok da kendime eklemlendiremediğim zamanları hatırlatıyor. Aslında grubun Devotion'dan bu yana yaptıkları köklü bir değişiklik olmamasına rağmen, benim onları bu kadar içime sığdıramamam belki de biraz da kişisel sebeplere dayanıyor. Ya tamam en azından bir kısmı kişisel diyelim. Bir de o dönemde bir Besnard Lakes vardı... Hala da varlar. Her dinlediğimde tüylerimi diken diken eden o şarkılarıyla bana garip zamanları hatırlatıyorlar. Sanırım o yüzden ben Besnard Lakes'le sürekli bir karşılaştırma yapma gereği hissediyorum grubu. Ayrıca ikisinin de isimlerinin iki kelimeden oluşup aynı harf ile başlaması hiç de yabana atılacak bir benzerlik değil bence. Neyse, işte taa o ilk kez Devotion kulağıma çalındığındaki ruh halim Beach House'un o hayalci, pembe bulutlu köpük dünyasının içinde kendine yer bulamadı. Devotion'ın kapısından içeri girdiğim gibi kendime oturacak bir yer aramıştım en rahatsızından, ama maalesef yeteri kadar rahatsızı yoktu. Aksine sıcacık ufak bir oda, birbirini seven insanlar, yanaklarındaki mutluluk emaresi solgun bir pembenin ardından şarkılar mırıldanıyorlardı. Şömineyi de unutmamak lazım. Bana da rahat bir koltuk düşmüştü ama benim istediğim bir Schiele figürü gibi beni huzursuz ve "köşeli" pozisyonlara sokabilecek yamuk iskemlelerdi en fazla. İçim daha fazla huzuru kaldıramayınca, birkaç şarkı dinleyip çıkmıştım. Kendimi kapı komşuları Besnard Lakes'e atmıştım da, onlar istediğim türden bir konforsuzluğu tedarik etmişlerdi bana.

Geçen seneydi, Beach House gözüme bir güzel göründü bir güzel göründü sormayın. Birkaç kez üst üste şarkılarını dinleyince, "canım" falan demeye başladım hatta. Onlar da iyi insanlar, hiç surat asmadan beni yeniden aralarına aldılar. Sonra bir haber geldi, bizimkiler ilk gençlik rüyaları görmeye başlamışlar. Bu rüyaları sabah uyandıklarında hiç üşenmeyip defterlerine yazmışlar, yorumlar yapmışlar. Sonra da başkalarına anlatalım, belki onlar bir anlam verirler diye şarkı haline getirip albüm çıkarmışlar. Dinlemeye başladığım anda pek sevdim ben de. Hemen aradım, bazı rüyalar üzerine yorumlar yaptım. Çaktırmadan mutlu görünen şarkıların ardındaki sözleri eşeledim, içlerinden çıkan garip görünümlü yaratıkları kovaladım. Ortaya çıkan sonuçtan da umuyorum ki bugün bir yazı yazacağım.

Artık daha fazla erteleyemeyeceğim bir review beni beklemekte o yüzden biz (Beach House ve ben) size sevgiler diliyoruz ves onra tekrar görüşmek üzere diyoruz.