Yüzyıldır yeni/eski gruplarla ve müzikle ilgili adamakıllı bir şeyler araştırıp, yazıp, çizmediğim için artık onlarla ilgili ayrıntılar vermekten imtina eder olmuşum. Çünkü muhtemelen burayı hala takip eden bir avuç insan benden çok daha iyi takipteler piyasayı. O yüzdendir kısa kısa videolar, şarkılar paylaşıp sadece bendeki izdüşümlerine değinişim.
Neyse uzatmıyorum. Kardeşim G. geçen gün "hastası" olduğu bir şarkıyı dinletti bana. LA'den çıkan bu Kanada ve Danimarkalı ikilinin diğer şarkılarını dinlemedim ama The Fall'u öyle sevmişim ki lk dinleyişte, gün içinde defalarca açıp dinliyorum. Şarkı piyanosuyla, ritmiyle La Ritournelle'i anımsattı; belki de ondan. Klibi ise bittersweet bir tat bırakıyor her izleyişte. Yaşadığı gel-gitler, gençliğin spontanlığına duyulan özlem ve yaşlanmanın mıymıylığı hepsi bir arada.
Aynı hissiyatları takip ettiğimizden emin olduğum pek yetenekli Matthew Robert Cooper'ın projesi, 2007'den beri kalbimin en güzel yerlerini parsellemiş Eluvium'un gözlerde manasız dalışlara sebebiyet veren, hayatı yavaşlatan Don't Get Any Closer'ı hemen aşağıda. Nightmare Ending adlı yeni albümü henüz dinlemedim ama bunu dinledikten sonra hayal kırıklığına uğrama şansımız yok gibi.
Uzun süredir bir şeyleri post ederken buraya, bu kadar heveslenmemiştim. S. bana bu grubu tanıttı az önce, sağolsun. Ülkede böyle müzik yapabilen kaç grup var acaba? Kendileriyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinene kadar ben, siz bununla idare ediverin.
Dünyanın en hüzünlü anlarının adeta başkenti olan bu şarkıyı yaratan Mark Linkous. Keşke zamanında otursaydık senle iki kişi, bir masa. Sen anlatsaydın. Ben dinleseydim. Sen sussaydın, ben yine dinleseydim. Dinleseydim de, son 3 senedir sen her aklıma geldiğinde bu şarkıyı açıp hüzünlenip, gözyaşı akıtmasaydım.
Bir de tabii canım Deerhunter ilk dinleyişte çok ısınamadığım ama Jimmy Fallon'daki performansıyla beni kendine bağımlı eden Monomania'sıyla manasızca beni mutlu ediyor. Albümü henüz dinlemedim zira şu an indirmeye başladım. Bir de eski basçıları Joshua Fauver ise aslında bence gruptan ayrılmadı; kendisi Pink Elephant içerek, biramı arada yudumlayarak kalbimde çalıyor.
Bir süredir şu videodaki gibi bir konserde hayal ediyorum kendimi. Geçen gün sporda, koşu bandı üzerinde beni o andan koparıp, zamanın nasıl geçtiğini unutturacak bir şeyler ararken denk geldim. Yürürken, koşarken, neredeyse gözümü her birkaç saniyeliğine kapadığımda, binlerce insanın içinde kaybolmuş halde, ellerim havada, epilepsi krizine sokabilecek kadar fazla ışık ve sesin içimden geçip gittiği bu hayali kurarken tüy gibi hafifliyorum.
Bu ara güzel yeni müzikler dinlemek istiyorum. O yüzden buralar hep tavsiye ile dolsa? Sonra dinleyip yine bir şeyler yazacağım, söz.
Bir de Daft Punk, bokunu çıkarma. Şu albüm çıksın artık. Yeter.
Aslında sevecek onca şey varken, kişiliğimizi ancak nefret ettiklerimizle en iyi ifade edip şekillendirdiğimizi düşünmemiz ne büyük bir yanılsama. Aklıma geldi ve twitter'a yazıp çöp edeceğime, burada dursun istedim. Belki ilerde geri dönerim buna.
Geçen hafta çok güzel bir şey oldu ve Sigur Rós'u canlı canlı 2 Temmuz'da izleyebileceğimiz haberini aldık. Aslında sağolsun twitter'den Nordik diyarlarda oturan bir arkadaşım, oralardan grubun bu yaz ülkede olacağını bana haber vermişti. Şimdi dualar ediyorum ki yeni albümleri o en sevdiğim eskiler gibi olsun ve hatta mümkünse o albümlerden bol bol çalsınlar konserde ki yıllardır birikmiş heyecan ve hevesim kursağımda kalmasın. Bana bir Popplagið çalsalar yeter gerçi ama.
Sigur Rós'u bir kenara bırakırsak -ki eskiden olsa bir kenara bırakmak bir yana, başımın üstünden indirmez, onlarla başladığım cümlelerimi onlarla tamamlar, koca bir blog postunu o şekilde sonlandırırdım ama- hiçbir şeyle ilgilemediğim, sadece işe güce daldığım, en büyük derdimin kendime zaman ayırıp iki dolaşıp, bir iki bir şeyler okumak olduğu, salt kendim için bir şeyler yaptığım, bir şeylere üzülmek ve kafamı onların anlamlarını bulmaya yorduğum dönemleri geride bırakıp, "madem şu boktan ve had safhada sıkıldığım dünyada yaşayacağız, o zaman yaşayalım" dediğim bir yerdeyim. Önümdeki tabağı seyredip, çatalla yiyeceklerle oynayıp düşünmüyorum artık; yiyorum.
Mesela eskiden kendimle ilgili farkındalıklarımı bir fotoğrafı gördükten, bir şarkıyı dinledikten, bir albümü bitirdikten veya bir sohbetten sonra fark ederdim. Fark ettiklerim üzerine de sesli düşünüp, düşündüklerimi buraya yazardım. Şimdi fark etmekten değil de, birilerinde veya bir şeylerde kendimi bulmaklardan geçmiş bir haldeyim. Fark etmekten hiçbir zaman bıkmayacağım ama farkındalık peşinde koşma dönemlerimde buralarda sıklıkla andığım, ben tanışırken burayı takip edenlerle de paylaşayım dediğim her şeyden ve dahi bu eylemden sıkıldım.
Hatta geçende de twitter'da da şöyle bir şey yazmıştım:
Sanki yazarsam parçalarıma ayrılacakmışım da bir daha hiçbir şey beni bir araya getiremezmiş gibi.
— divina (@divvida) March 16, 2013
Belki de her şeyin sebebi bu. Paylaşa paylaşa elimde ne kadar az şey kaldığını görmekten, sözlerimin ardındakileri ilerde deşifre edip hatırlamak üzere buraya şifrelemekten, arayışlarıma birilerini dahil etmekten yoruldum. O sebeptendir ki artık paylaştıklarım o site bu site, o haber bu blog postu olmaktan öteye geçemiyor. Paylaştıklarımla ilgili de paylaştığım mecralarda zerre ciddi bir yorum da yapmıyorum.
Son birkaç senedir eğer kaskatı, parçalara ayrılmadan durabildiysem, hayatımdaki tüm bu değişimlerin karşısında sanki başkasının yaşadıklarıymışçasına izleyici gibi durabildiysem, hep buraya bir şey yazmayışım, kimseyle kendi içimi paylaşmayışım sayesinde oldu diye düşünüyorum.
Sonuçta manik depresifliğin lüzumu yok.
Bu da güzel olmuş.
Bir blog post'unu daha Sigur Rós'la kapattım. That can't be good.