Arada hiç bitmeyen müziklere devam ettim. The Antlers ve Volcano Choir'ı kış müziklerime ekledim ve fakat onlara dikkat kesilip, adam akıllı dinleyemeden, büyük aşık olduğum başka bir şey aklımı başımdan aldı yine.
Geçen gün artık neden yazmadığımı düşünürken, yine hiçbir cevap bulamadım. Aslında sürekli aklıma yazacak bir şeyler geliyor ve fakat oturup iki satır bir şey yazmak istemiyordum aklımdakilerle ilgili. Sanki artık birilerine bir şeyler anlatmanın anlamı kalmamıştı. Niye birileri beni okusun, birileri benden bir şey öğrenebilsin ki gibi sorulara cevap vereyim istiyorum birkaç haftadır. Burada bu zamana kadar yazdığım şeylere baktığımda aslında hiçbirinin başkalarına bir fayda sağlamadığını görüyordum ve bu bana uzun süredi batmaktaydı zaten. Zihnimde olup biten süreçlere dahil edip, tüm vitaminini içime çektiğim, tükettiğim her şeyin faydasını aldıktan sonra posasını buraya atıyormuşum gibi bir düşünce zaten mevcuttu. o yüzden, gerekli gereksiz yere gelip burada kimsenin başını şişiresim yoktu. Bir de tumblr'a sardım. Ne istersem oraya ekliyordm. Twitter da vardı tabii. Orada da anlamsız iki satırla kendimi ifade ettiğimi düşünen biri haline geldim sonunda. Resimlerle ve saçma kısa cümlelerle kendimi ifade etmek istediğim bir dönemdi sonuç olarak. Ama tabii her trendin bir düşüşü vardır. O kadar sıkıldım ki "yüzkişiyesorsakherkesfarklıbiranlamyükler" mesajlarımdan, sonunda döndüm yine kürkçü dükkanıma gibi bir hissiyattayım. Neyse ki ben açmıştım. Dönünce kimse "I told you so" dansı yapmıyor ki şu halimle kaale almaya tenezzül etmezdim ya neyse.
Rahatsız olduğum şeyler bu aralar birer birer kendini göstermeye başladı. Mutlu geçen birkaç aydan sonra, yavaş yavaş rahatın bir yerlerime batması sonucu yine buralarda dırdır konuşacağım günler yaklaşıyor diye düşünmekteyim zira kış geldi. Dışarısı ne kadar soğuksa ben o kadar o en sevdiğim huzursuz ruh halime dönüyoum. Geçen gün de bir arkadaşımla oturup sohbet ederken en sevdiği halimin bu huzursuz halim olduğunu söylemesi üzerine, hakikaten de mutlu bir benin dünya için hiçbir faydası olmadığına kanaat getirdim. Şuraya iki satı bir şey yazmaktan aciz hale geldim zaten. Bu arada geçen gün oturduğum arkadaşım falan dedim ama inanmayın, yok öyle biri. O da ayrı bir hikaye.
Yalnız garp hissettiren şey artık tüm düşüncelerimin anlık parlamalarla ufak tefek artçı his yoğunlukları yaratması. Ani, parlak, şiddetli ama ancak kendini ve o anda sadece etrafındakileri sarsabilecek bu yoğunlukların haliyle uzun süre kendini devam ettirmesi imkansız. Sanırım hiçbir şey artık uzun süreliğine içime işleyemiyor. Ben burada yaşamıyorum ve hiçbir şey olmuyor aslında.
Nerede yaşadığımı ise bilmiyorum. Bir şeyler yapıyorum, yaptığım şeyleri bazen öyle bir an oluyor ki, düşünürken yadırgıyorum. Yaptığım da öyle büyük şeyler değil. Bugün mesela B. bana bir şeyler anlatırken olanca sakinliğimle onu üzebilecek bir şeyler söyledim. Garip olansa, onu üzebilecek sözleri söylemiş olmam benim için büyük bir şey değil. Ama yine de insan kalan bir tarafım olmalı ki geriye döndüğümde yadırgıyorum. Veya bilemiyorum. yavaş yavaş akıbetimin ne olduğunu göreceğim bakalım.
Birkaç hafta önce arada öğleden sonraları gördüğüm birinin fikri de beni artık heyecanlandırmıyor. Zaten ne zaman söylediğim gibi heyecanlandırmıştı ki? O an iki saniyeliğine mutlu olmak ve sonradan anlatacak bir şeylerim olsun diye bir şeyleri yaşamaya çalışıyorum gibi geliyor bana. Gibi geliyor demekten usandım bir kez de öyle gelsin lütfen.
Hayatımdan hoşnutsuzluk duyamıyorum ama. Ne yaparsam yapayım, hiçbir şey yaşadığım hayattan bıkkınlık duymama sebep olamıyor. 29 olacağım yakında ve o kadar güzel bir şey ki bu, hemen bir sene daha geçsin 30 olayım istiyorum. Bir süre önce yeni müzikler keşfetmekten bıktım ve sadece ve sürekli olarak aynı grubu dinliyor olmam beni rahatsız etmiyor. Sanki beni bir o tarafa bir bu tarafa çeken ne varsa hepsini sonunda bir tahterevallinin iki ucuna olabilecek en dengeli şekilde yerleştirmişim gibi, dengeli ruh hali neymiş onu görüyorum bu aralar. Nothing's gonna change my world but why not rock some time later diyorum o zaman hevesle. Evet, sanırım hep 30'larımda neye benzeyeceğimi merak ederdim ve sonunda görüyorum neer olabileceğini. Her ne seçim yaparsam yapayım, kendim için hep en iyisini düşünen bir tefalmişim gibi, içinde bulunduğum her her durumun binbir türlü elemelerden, sorgulamalardan geçmiş olduğunu bildiğim için atık bundan sonra işim daha rahat herhalde. Bir gün içinde bulunduğum durumu değiştirmek istediğimde, kendimi tepetaklak etsem bile o kadar büyük bir mutlulukla yaparım ki bunu, ruhunuz bile duymaz, o derece. Ama haber veririm herhalde.
Bir şarkı var ki ama bunu buraya koymazsam bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordum. Dinledikten sonra beni bilen, tanıyan veya duyan veya hayatının bir noktasında bana rastlayan tüm insanlara dinletip, bana göz kulak olması, bir gün eğer aklımı yitirirsem veya ben ben olmaktan çıkarsam beni kendime getirmesi için dinletmelerini, bana hatırlatmalarını istediğim bir şarkı bu. Tam da bir akşam vakti bilmediğim bir şehirdeki ilk gecemde, tek başıma bilmediğim o yola saptığım anda, hatırladığım o mağazalar sayesinde yolumu bulduğum gibi, kendi kendime yolumu bulamazsam bana yardımcı olması için ekliyorum bunu. Tedbiri elden bıramamak lazım diye düşünüyorum. Yine doğru düşünüyoum, evet.
Sağolsun artperest'te okumasam, bana hiç haber verecekleri yokmuş; Mogwai'nin filmi çekilmiş de, 13 Kasım'da Danimarka'da Uluslararası Kopenhag Belgesel Festivali'nde gösterime girecekmiş. Çok alındım.
Neyse efendim, grubun Brookyln'de verdikleri bir konseri 50 dakikalık belgesel haline getiren, trailer'ın başında isimlerini gördüğünüz Vincent Moon ve Nathanaël Le Scouarnec dikkatinizi çekmiş olmalı. Hemen nereden tanıyoruz diye düşünüyor bazılarınız, biliyorum. Tam olarak buradan. Rahat durmayacakları belliydi. İsteseler atom mühendisi bile olurlardı.