diyor Rivulets, Happy Ending adlı bugüne ve şu yazıya çok yakışacak bu harika şarkıda.
Son zamanlarda iyice anlamsızlaştığımı hissediyorum; bu bir.
Mesela dışarıda dolanırken daha az istekliyim yürürken müzik dinleme konusunda. Nedendir bilemiyorum ama eskiden heyecanla yaptığım bir çok şeyi artık yapamıyor olduğuma da kanaat getirmiş bulunmaktayım. Ama sanırım bu da hayatını daha anlamlı göstermek için hayatının anlamsızlığını farketmiş insan havalarına girme çabasının bir ürünü. Artık hiçbir sözün benden çıkmış veya çıkacak olduğuna inanmıyorum; bu da yalandan iki olsun, madem bir dedim ve saymaya başladım.
Revolutionary Road'a gittik bugün hesapta yokken B. ile. Kate Winslet eskiden böyle değildi, ne zaman bu hale geldi bu kadın? Filmi izlerken hiç yapmadığım kadar bir kadının yüzünün ve vücudunun tüm kıvrımlarını tek tek incelediğimi farkettim ve itiraf ediyorum, uzun süredir böylesi imrendiğim bir kadın olmamıştı. Hatta sanırım hiç olmamış falan. Cate Blanchett güzel bir kadındır bir de gözümde. En son Rüü'nün kulakları çınlasın "Bünyamin Düğme"nin Maceralarındaki özellikle balerin haliyle, her göründüğü sahnede güzelliğini benim dünyamda tescilledi durdu kendisi. Ama Kate başka olmuş. O saç renginden istiyorum (içses: "Yok artık!") Neyse; nazar değmesin Kate'ciğime diye çirkin(!) hallerinden bir iki bir şeyler eklemek istiyorum tam buraya.
İlginç bir karakteri canlandırıyordu Kate'ciğim. Kendimle belli anlarda o kadar çok özdeşleştirmiş olmalıyım ki tam da o kendini ifade etmek istediği ama sustuğu anlardan birinde öksürük krizine yakalandım. Tüm salon bana baktı, bağırlar çağırdılar bir sus artık diye. Önlerden birisi "Bu kadar öksüreceksen ya dışarı çık ya da öl ve sus" bile dedi; valla. İnsanlar bir garip...
Otuzlarına yaklaşan, evli ve iki çocuk annesi, başarısız bir oyunculuk kariyeri olan April'in, kocası Frank'e karşı duyduğu tüm heyecanı yitirdiğini görüyoruz önce. Frank'in de ondan geri kalır yanı yok zaten. Birbirleriyle çamları devire devire tartışıyorlar zaten daha ilk sahnelerden birinde. Ama görüyoruz ki flashbackler bu çiftin eskiden daha farklıymış hatta tam zıttıymış şu an temsil ettikleri her şeyin. April karakterinde dikkatimi çeken şey ise, Frank'in en başıboş, en romantik ve hayalci halini sevmesi ve tam da bu çocuksuluğu yüzünen ona aşık olduğunu görüyoruz ve fakat artık Frank'in babasının yıllar boyu çalıştığı ama lower middle class bir aile babası olarak ölmesi gibi bir yazgıyı kabullenircesine aynı şirkette çalışması ve ufacık bir hayat belirtisi göstermemesi April'de hayalkırıklıklarına sebep oluyor. Sonra sevdiği adam olan Frank'e hayatında gerçekten yapmak istediği şeyi bulması için yardımcı olmaya karar veriyor ve bir teklifle onun karşısına çıkıveriyor, tam da Frank'in otuz yaşına bastığı ve karısını sekreterlerden biriyle aldattığı gün. Biriktirdiğimiz para ve evlerini sattıktan sonra ellerine geçecek olan parayla Paris'e gidelim ve ben çalışayım sen de yapmak istediğin neyse onu bulmaya çalış diyor. Yani kocasına kendini keşfetmesi ve o çocuksuluğunun peşinden gitmesi için bir kadının yapableceği en büyük fedakarlığı yapıyor sanırım. Ben bu saatten sonra kimseye fedakarlık falan yapmam mesela, bana uzak olsun ama bu içten içe takdir ettiğim ve bana sanki karşılığı da güzel bir şeyler olacakmış gibi gelen bir şey.
Velhasıl Frank tabii ki delice bir heyecanla kabul ediyor ve fakat işteki bazı durumlar aklındakileri değiştiriyor zira terfi alma gibi bir şansı var ve para konusunda oldukça rahatlayaaklar. Bu sırada April ise düyanın en mutlu kadınına dönüşmüş ve çoktan biletlerini ve Berlitz'İn Fransızca kitapçığını almış bile... Tabii bu durumun farkına varması çok zaman almıyor. İşte ayrıldığını söylediğini düşündüğü Frank'in işinde terfi alabileceğini duyduğunda küçük çaplı bir şok geçiriyor. Üstüne bir de 10 haftalık bir bebek var... Sonunda Frank onu ve kendisini hayal kırıklığına uğratacak kararı veriyor. "Güzel bir yaşam sadece Paris'te değil" temalı bir konuşma ve paranın onlara daha iyi bir yaşam vaadettiği şeklinde süren sözler eşliğinde April'in tüm umudunu söndürüyor.
Bir akşam Revolutionary Road'daki komşularıyla dışarı çıktıklarında, April'in bitkin gözlerinin eşliğinde dudaklarından "O yaşamı gördüm ben, hayal ettim ve şimdi geri dönemiyorum" sözleri çıkıyor. Sanırım tam da filmde Frank'in komşularının ancak psikiyatri kliniğinden izinle dışarı çıkarılan oğullarına dediği "umutsuz boşluk" o varolduğuna inanılan olasılıkları kara delik gibi içine çekiyor ve o tanımdaki umutsuzluğu umuda çevirmeye çalışanların canını acıtıyor deyip hak veriyorum. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını tıpkı Dogville'de Grace'in bilinçsizce içinden geçirdiği "Bu yatakta artık kimse uyumayacak" cümlesine benzer şekilde ifade ediyor. Hakikaten de o geceden sonra hiçbir şey aynı olmuyor...
Filmin bu noktadan sonrası ise Virginia Woolf'umsu bir hale dönüşüyor. İçindeki umutsuzluğu yok edemeyeceğini farkeden April duruma bir hal çare buluyor. Filmin sonunda ise işitme cihazının sesini kapatarak karısını dinliyormuş gibi yapan adam ise gülümsetiyor belki ama bazılarımızın içi hala karanlık.
Sanırım kimse başka bir insanın içindeki çocuksuluğun cazibesine kapılmamalı. İnsanın sahip olup da bozuk para kadar rahat gözden çıkardığı bir diğer şey bu çocuksuluk ve saflık olmalı. Hiç garantisi yok; tavsiye etmiyorum yoksa sonra koca bir hiçlik tüm benliği kaplıyor ve hiçkimseye faydanız dokunmuyor.
Sonra şarkı şöyle devam ediyor ve film bitiyor:
"I’ll stay and walk away from you, and miss you, and hate the damage I have done… and it goes on, and on, and on…"
sesli meram 484 -- հանգուցավոր
2 gün önce
4 saçmalayan daha çıktı:
Esas The Reader'i tavsiye ediyorum. Bu kadar guzel bir oyunculuk olabilir.
Evet ya, o da sırada zaten. İzleyeceğimdir. Zaten sürekli bir şeyler izlemek istiyorum ve film yazmak istiyorum. Oh ne güzel :)
yerim beni de anarmış.seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli.
kate winslet fanları olarak iki ettiniz.üstüme gelmeyin. blanchett rules.
Blanchett da rulez ama Wnslet de... Lütfan hakkını yemeyiniz kadıncağızın. Ayrıca mıncırasım var sizi hanımefendi. Muk!
Yorum Gönder