Cumartesi, Aralık 31, 2011

Keep calm and carry on

Öksürük, sinüzit, Pharmaton vs derken iki doz Brodil'le girilmiş bir 31 Aralık'tan ve akabinde yeni yıldan beklentilerim şu anda erişemeyeceğim kadar benden uzaktalar. Öksürük şurubunun yarattığı hafif gevşeme hissiyle şuraya iki satır bir şeyler yazmak istedim. Tabiri caizse terk edilmiş odamda sesimin yankısını duymaya geldim.

Hafif, uçucu geçen 1,5 senelik İstanbul'daki yerleşik hayatımın sıradan geçtiğini söylemeliyim. Bir kere mobil internete fena halde alıştığım için artık bilgisayarın başına oturduğum zaman sayısı haftada bire o da bir iki saate kadar düştü. O yüzden oturup adam akıllı kafamı toparlayıp bir şeyler yazamıyorum. O motivasyonum iyiden iyiye düştü. Sonra bu yaşımda olmayacağını düşündüğüm bir dönüşümün içine girdim sanırım. Buna da geçenlerde karar verdim. bir arkadaşıma insanların birbirleriyle ilk tanıştığı zamanlarda kendi sınırlarını belirleme çabalarının gereksiz sertlikte olabileceğinden bahsederken, 1,5 sene içinde yeni hayatımda tanıştığım arkadaşlarımla olan ilişkilerime bakınca onlarla öncekiler arasında ciddi bir fark olduğunu fark ettim. Bugün de bir öğrencime mülakat simülasyonu yaptırırken ona sorduğum o klişe soru olan "Arkadaşların seni nasıl tanımlar?" sorusunu sormamın ardından kızcağızın cevabını doğru dürüst dinleyememe sebebim olan içsesim hemen araya girip, soruyu cevaplamaya çalıştı. Sonuç beni bile şaşırttı. Dönüşüm, değişim her ne ise her zaman iyidir.

Velhasıl her zaman iyi olan bu dönüşüm ve değişimlerin hayatımın hangi alanlarına yayıldığını görebilmek ilgi çekiciyken daha nerelere bulaşacağını düşünmek ve ön görmeye çalışmak biraz kasvetli biraz gri bir gökyüzü gibi. Sahip olduklrına sıkı sıkıya tutunan bir insan olarak bazı şeyleri geride bırakmak zorunda kalmak zorunda kalmak hiç de hoş görünmüyor gözüme.

Tüm bu kadar üstü kapalı değişim dönüşüm hikayelerine rağmen, dinlediğim müziğin hep aynı kalması da pek ilginç bir ayrıntı. Bana öyle geliyor ki, en yoğun müzik dinlediğim daha doğrusu farklı farklı albümler gruplar müzik tarzları dinlediğim dönemlerde, kendimi es geçme eğilmindeyim. Eğer haftada birkaç farklı albüm dinliyorsam, kendimi unutmak isteğimdendir bu. Şimdilerde, son 1 aydır, Portishead'in Roseland NYC Live kayıtarının mucizeviliğini tekrarda keşfe daldım. O kadar daldım ki, kafamı kaldırıp başka bir şey dinlemek istemiyorum. Ha bir de itiraf etmeliyim ki geçende aynı hazzı Yo La Tengo'nun Summer Sun'ından alarak Portishead'i birazcık aldattım. Portishead'in Roseland kayıtlarını dinlerken/izlerken hem yaşımın yavaş yavaş kemale ermeye yakınlaştığını fark ediyor, hem de deliler gibi müzik tükettiğim dönemi geride bırakmış olmanın verdiği haz ile keyiften mest oluyorum. Ben 16 yaşımdayken, 1997'de yapılmış bu kayıt sanırım müzik tarihinde gelmiş geçmiş en güzel konserlerden birinin kaydıdır. O yaşımda Portishead dinlemiyordum belki ama ondan 3 sene sonra 2000 senesinde birilerinden aldığım bir albümde duyup çıldırmıştım bu kayıtları. Eskiden Roads ve Glory Box'tan veya Sourtimes veya Undenied'tan fırsat kalmamış Humming'in dalgalarında kendimi sırt üstü bırakmak ve müziğin canını çıkarırcasına keyfine varmak şu an müzikten beklentimin karşılığıdır. O yüzden şuraya yılın son post'una, bir adet Portishead yakışır diyerekten, yavaş yavaş kaçayım diyorum. Tabii ki obsesyon şarkım: