Çarşamba, Nisan 30, 2008

"May, June, July, I count the time"

Bugün küçük afacan çocuklar gibi komik giyindim. Kendimi sokakta savaş oyunları falan oynayacak olan bir erkek çocuğuna benzettim. Kulağımda da Liars'ın Mr. You're On Fire Mr.'ı vardı. Hoplayıp zıplamak istedim delice. Sonraysa derslerle ilgili bir şeylere canım sıkıldı. Çok huysuzluk yaptım; hırladım her gördüğüme. Diş gösterdim bol bol. Sonraysa tüm sinirimi A. ile feminizm ve pozitif ayrımcılık konularındaki görüşlerimi paylaşarak üzerimden attım. Kadınların kendilerine verilmiş olan ve erkeklerde bulunmayan doğurganlık özelliklerinin farkına varmasının gerekliliği ve bunu bir türlü kapanmayan ve sevilmeyen bir yara veya kötü bir hastalık sonrası oluşan bir maraz gibi görmelerinden nefret ettiğimi farkettim yine. Erkek dünyası dedikleri şeyi eleştirirken sahip olmaya çalıştıkları ve yücelttikleri şeylerin o erkek dünyasının yücelttiği değerler olduğunu farkedip kendi doğalarındaki güzelliklerin bir farkına varabilseler ne şahane olacak her şey sanki ama zor sanırım. Neyse, bir ara yazayım bununla ilgili bir şeyler kafamı toparladığımda diyor ve günlük yaşam anlatma moduma geri dönüyorum.

Dönerken mısır aldım. Şu bardakta satılanlardan. Eve geldiğimde yine o afacan çocuk halime geri dönmüştüm. Dönmüşken Liars dinleyeyim daha çok istedim. Dinledim; daha çok sevdim. Şimdiyse Magik Markers adlı bir grubu tüketmekle meşgulüm. Boss albümündeki ilk şarkı ve ikinci şarkı arasında dağlar kadar fark var. Kendileri için Sonic Youth'un benzeri demişler muhtelif yerlerde. İlk şarkının Sonic Youth'la uzaktan yakından alakası yoktu; epeyce beğendim o şarkıyı. Ama albümdeki ikinci şarkıları bu benzetmenin hakkını veriyor. Sevmek zaman alıyor bu bulanık, gürültülü şarkıları. En azından benim için öyle oluyor. Kolay sindiremiyorum. Önce tadını alamadığımdan herhalde.

Sürrealizm ve Soyut Dışavurumculuk karşılaştırması konulu bir yazı yazmaktayım. Bitince modernart-icles'ın ilk yazısı yapabilirim kendisini. Bir kafamı toparlayıp şu bloga da bir şeyler koyamıyorum; üzülüyorum.

iPod'uma haftasonu Y. ile dolanırken bir skin beğendim nihayet. Aldım hiç düşünmeden. iPod'umun adı "iPod is Evil!"dı, şimdi bir de iDevil isimli bir skini var kırmızı. Şeytan yapmaya çalışmışlar ama bir de vampir dişi koymuşlar. Ne idüğü belirsiz bir varlık çıkmış ortaya ama kuyruğu eksik maalesef. Sütlü yüzük diye adlandırılan en sevdiğim takımı aldığım mağazada buldum kendisini bir de. Seviyorum orayı sanırım.

Uzun süredir yazı yazmadan yaşayabildiğim bir ruh halindeyim. Sevinsem mi, üzülsem mi bilemiyorum. Hiçbir şey yok aklımda. Hissettiğim hiçbir şey yok. Öyle havada süzülüyorum hiçbir şeye değmeden. Hiçbir şeye değmeden yaşarken, yaptığım bazı şeyleri düşününce geçmişte, çok şaşırıyorum nasıl yapabilmiş olduğuma. Sanırım en çok da çok kısa bir sürede yapmış olduklarım ve devamı gelmeyenler şaşırtıyor. Nasıl olabilir diye arada düşünüyorum ama uzun sürmüyor odağımın kayması. Oradan buradan gelen sesleri dinliyor bir yanım. Hemen karşılık veriyorum. Odağım kaybolmaya o kadar hazır ki.

Hala oraya buraya 2007 diye tarih atan ben, az önce de tarihin 1 Mayıs'ı gösterdiğini görünce büyük bir şaşkınlıkla gözlerimi açtım. Hangi ara geldik Mayıs'a dedim. İçim bir garip bile oldu. Bir ay sonra yaz mesela; bunu düşününce yaptığım iş her ne ise bırakıyorum. Beni şaşırtan şeylerin yokluğundan dolayı, bu işin "zaman"a kalması ne garip diye düşünüyorum sonra.

Bu kadar sesli düşündükten ve bomboş şeyler yazdıktan sonra bu yazıyı burada sonlandırayım en iyisi. Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos da hemen böyle kendilerini benim gibi geçiştiriverseler de çok sevdiğim o mevsimlere bir geçsek diyorum. Zira sözkonusu aylar pek bir yalan dolan şeylerle anılıyor geçen seneden beri.

veruca wants a ferret

konuk sepetçi olarak bu aralar hep istek belirtmek için geliyorum buraya farkındayım

bu sefer de bambaşka bi istekle karşınızdayım
gelincik beslemek istiorum!
şunlara bakınız mıncırmak isteyiniz



kendisine tiki tasması bile alırım, paris hilton çantasında bile gezdiririm, boynuma bile dolarım

konu hakkında bilgisi olan varsa çekinmesin iki satır paylaşsın

Pazartesi, Nisan 28, 2008

"Something here has gone wrong... I wish I was bulletproof..."

Birisi güzel bir animasyon klip hazırlamış Bulletproof... I Wish I Was'a. A. M.'a teşekkürlerimi sunarım buradan, bu şarkıyı bana anımsattığı için. Öyle güzel diyor ki Thom...

"Something here has gone wrong
Something deep inside of me
Every day every hour wish that I was bulletproof"

Cuma, Nisan 25, 2008

"Could"



Bu sandalyeden istiyorum. Alın bana bundan.

Bugün sükunet içinde geçti. Sabah havaalanından çıkarken kulağımda bitter şarkılar vardı. O çıkışı pek sevmesem de bugün güzeldi. Havaş'tan inip taksiye bindiğimde başka bir anı hatırlayıp "Tunalı'ya" demem ve sonra hemen gidilecek yeri düzeltmem ayrı bir gariplikti ama olsun.

Bugün güzel şeylerden bahsedesim var ama elle tutulur bir şey de yok hani öyle belirgin. Ama içimde güzel bir şeyi alıp, onun güzelliği anlatmak için sabırsızlanan bir hal var. Tüm bunlar dışında Y. aradı az önce. Buraya geliyor. Güzel şeyler olacak onunla beraberken diye umudetmekten başka bir şey diyemiyorum şu an.

Haftaya Fujiya & Miyagi konserine gidesim de var, gitmeyesim de. Ne yapacağımı bilememekteyim. Gidersem hem görmek istediklerimi göreceğim hem de konseri izleyeceğim. Epeyce seviyorum çünkü grubu da. Gitmezsem bu aralar sakin kalmak isteyen ruh halim evin içinde huzurlu huzurlu dinlenecek. Bakalım...

Bugün birkaç gündür ve hatta son zamanlarda yaşadıklarım sonrasında hesapçı insanlardan ne kadar hazzetmediğimi yeniden keşfettim. Arada unutuyor çünkü insan bazı şeylerin varlığını karşısına çıkmayınca. Görmezden geldiğim ufak tefek hesaplar peşindeki insanlara zerre kadar değer vermiyorum. Herkes böyledir sanırım. Yani kimse istemez böyle insanları ama görmezden gelebiliyor bazen insanlar bu davranışları. Benim görmezden gelemediğim, şapşallıkları yüzünden enayi yerine koymaya çalışırken yaptıkları işi ağzına yüzüne bulaştıran; üç kuruşun hesabını yapan fırsatçı ve otlakçı insanlar hiç hoşuma gitmiyor, kaldıramıyorum da artık. Hayatımdan birer birer dökülsünler istiyorum çünkü elimi kolumu kaldırasım, kendilerine tek söz söyleyesim bile yok. O kadar kaale almıyorum kimseyi.

Ama mesela masterplan insanları vardır ya hani. Her şeyi kurarlar kafalarında, her durum için birkaç tane alternatif planları vardır. Hesapları başka birinin anlayamayacağı kadar ayrıntılı ve komplikedir. O insanlardan da hazzetmememe rağmen saygı duyuyorum onlara. O yüzden bunlardan hayatımda bulunsun; arada bir kafalarının içine girebilmek için kafamı çalıştırayım; onları anladıkça aklımda yeni yeni klasörler açayım istiyorum. Bu tip uzun vadeli hesap kişileri en azından cinfikirlilikleri ve uyanıklıkları saygı duyulası hem. Bu da bir meziyet çünkü. Diğerleri gibi karın tokluğuna çalışmıyorlar. Bana Benjamin Linus lazım. Hazır Türkçe de biliyoruz, karşılıklı dertleşiriz. Belki bana da türlü türlü manipulasyonlarla bir şeyler yaptırır. Seve seve yaparım sanırım.

Başlıktaki "could" ne güzel bir modal verb'dür diye düşündüm bugün. Hem geçmiş, hem şimdi, hem gelecek... Bir de "-ebilmek". "Can"in sertliği de yok. Daha ne?

2007'nin nasıl oluyorsa birçok insan için hala sürüyor olduğunu biliyorum bir de. Bitmedi, hala devam ediyor; söylemedi demeyin.

Perşembe, Nisan 24, 2008

"a dream that no one has given you..."

Anne-baba yanına geleli iki gün oldu. Bazı şeyler kafamda çok daha iyi yerlere oturdu. Anne-baba yanındaki huzur bir yana, onlarla beraber olmanın getirdiği anlamsız huzursuzluğu bile sevdim bu sefer. Buradaki kedimiz epeyce küçülmüş, zayıflamış. Sanırım aşık olmak ve heyecanlanmak istiyor. Öyle bir şey yokken de yemeden, içmeden kesiliyor.

Bugün senelerdir görmediğim anane-babanne ikilisinin evlerine gittim. Onları senelerdir görmeyişim bir yana, onların bu süre içinde geçirdiği değişimler beni epeyce şaşırttı. Bebekler, küçük çocuklar ve yaşlıların geçirdiği zamansal değişimler, bu yaş dilimlerinde olmayanlarınkinden daha bariz belli oluyormuş. Bunu yeni farketmiş olmalıyım ki çok şaşırdım bugün; ama hiç çaktırmadım. Şşş...

Onun dışında, alışveriş yaptım, anne-babayla sohbetler ettim. Babam ilk kez bana "ya bi torun morun görsek ne güzel olur" dedi ama hemen ekledi "yani evlenmesen de olur ben mutluyum böyle" deyip gülümsedi hınzır hınzır. Kendisine hayatım boyunca nadiren aşık olduğum zamanlar yaşadım aslında. O kadar elektral bir dişi olmadım hiçbir zaman ama dün elektra kompleksimin tavan yaptığı an olabilirdi. Gittim yanına mıncıkladım zaten ki duygularını pek belli etmeyen biri olarak, babam bile şaşırdı kendisine verdiğim bu tepkiye. Evet; zaten bu konuda soğuk bir insandım ama artık bunun da bokunu çıkarmış bulunmaktayım. Gün geçtikçe dehşete düşüyorum kendimi buz gibi duruyor olarak gördüğümde. Acilen aşık olmam lazım diyorum ama ona da gönüllü değilim dün babama söylediğim gibi. Hatta yok aşk maşk falan; yalan hikaye hepsi. Sağolsun yalan dolan insanlar. Tüm güvenimi sömürdüler. Şimdi rahat rahat dolaşsınlar dünyanın muhtelif yerlerinde onlar. Ben de öyle yapayım ve kendimi bulayım dönüp dolaşıp.

Bugün tabii Rüü'nün şahane haberini de aldım kahvaltıda. Çok sevindik, çocuklar gibi şendik. Yarın sabaha Ankara'ya uçuyorum. Ve sonra da haftasonu Y. geliyor; çok eğleneceğiz umuyorum ki. Bazen konuştukça bazı şeyleri nasıl ele aldığımı görüyorum. Aklına bile gelmeyen bir ayakkabıyı görüp, beğenmeyip, anne ısrarıyla denedikten sonra beğenmek gibi bir farkındalık sanki bu. Hoşuma gidiyor böyle zamanlar.

Şimdi çıkıp annemle biraz dolanacağız. Dışarısı epeyce sıcak olduğundan arabayla dolaşmak durumundayız maalesef. Bir ara gelip yazarım belki yine bir şeyler. Anlamsız hisler içinde olduğum bu aralardaki anlamsız yazılarıma devam edesim de yok ama başka çare yok. Yaza yaza anlam kazandıracağım bir şeylere sanırım, onu bekliyorum.

Salı, Nisan 22, 2008

Cocorosie

Bunların seslerini kaydedip, sürekli dinlemek istiyorum. İzlerken de aklımda Cocorosie çağrışımı yaptı. İkisi de dişi, 10 yaşlarında iki kediymiş. Kedili medili, vıcık vıcık hayvan sevgisi dolu sitelerden hazzetmem ama bunlar apayrıymış. Dayanamadım.

Pazar, Nisan 20, 2008

Closer

Closer'ın başladığını Twitter'dan gelen Muzo update'leri sayesinde öğrendim. Sonra açıp, o sırada konuştuğum A. M.'ın kafasını şişirdim şu aşağıdaki Closer yorumlarımla.

"ben bu filmin şu yönünü çok seviyorum sanırım
sanatçı olarak hayatta varolmaya çalışan iki kişi var julia roberts ve jude law
ve bu ikisinin haatla alakası yok.
o kadar hayali ütopik, çılgın fikirlere sahipler ki
naif naif ama hayat ve insanlar öyle bir naiflikte değil. hatta o kadar adice ve kabaca bir şey ki ancak natalie ve clive gibi doktor, striptizciler falan hayata dokunabiliyorlar. onlar da bu yüzden tamamen bedensel ve down to earth işler yapıp öyle yaşıyorlar.
hayalleri yok gayet basit ve görüleni istiyorlar. görülenin ardındakilerin farkındalar ama görüldükleri gibiler onlar.

bu noktada jude law'un gerçek gerçek diye kendini paralaması da ayrıca komik çünkü gerçeği duyduğu anda tuzla buz olabiliyor ve hatta gerçeği duyunca gerçek hayat ona o kadar da albenili gelmiyor.

ve hatta tam bu yüzden hiçbirinin ilişkisine değinilmemiş
film ilişki filmi
ama ilişkiden eser yok
lacan'ın kadın yoktur demesi gibi "ilişki yoktur" diyor bu film.

o yüzden ilişkilerin hep başlayış ve bitişleriyle ve aldatmalarla dolu.
aradaki hiçbir dönemden bahsedilmiyor.
aslında bizim jude ve julia'nın aradığı çılgın elevated aşk ilişkisi denen şeyin işlevsiz ve gerçek hayatta fonksiyonsuz kaldığı ve bu nedenle böyle sanatsal duygulanımlara sahip olanların bile ancak clive ve julia gibi gerçekle direk bağlantısı olan kişilerle "gerçek hayat" dediğimiz ve onların direk reddettikleri basitlikteki yaşamlarda sürdürebilecekleri ilişkileri olabilir.
clive owen'ın julia'ya bağırdığı çağırdığı o evdeki sahneye hayranım o yüzden
bu kadar güzel gerçeklerle yüzleştirilemezdi çünkü aldatmanın adiliğini ve basitliğini aşkmış gibi gösteren bu artsy fartsy tiplerin hayattan ne kadar anlamadıkları üzerine şahane bir sahnedir.
"yüzüne boşaldı mı?" sahnesi. karşısındakini sıradan bir ankete tabi tutar gibi söyledkleri ve sordukları... julia ve jude'un aksine ne kadar hayatın içinden gerçeklere sıkı sıkıya bağlı olduklarının göstergesi bu sahne sanırım. natalie de hemen o esnada jude'la benzer diyaloglar yaşıyordu tabii.
bu bu kadar basit bir şeydir diyor işte.
senin saçma dünyada kendi kendine anlamlandırdığın o aşk denen şey ağzına boşalmaktır benim için iyor
süslemelerin anlamı yok sonunda zaten benim olacaksın o kadar eminim diyor

ve yani bu filmde de gerçek olan sevgi dediğimiz şey bu kadar güçlü halinde ancak clive ve natalie'ninki.
onu anlatamıyorum ben insanlara sanırım :)
çok süslüyor insanlar her şeyi

clive ve natalie'nin strangers adlı sergide yaptıkları konuşma ise tam bu dediklerimi destekliyor sanırım hatta. herkes görmek istediklerini görüyor. herkes süslü bir gerçeklik istiyor çünkü böylesi hayatı daha güzel gösteriyor. halbuki hiçbir şey bu kadar süslü ve makyajlı değil. o yüzden natalie ve clive ihaneti anlamıyorlar. saf olan, süssüz gerçek ve basit sıradan sevgiye tutunmuşlar. ihaneti duyduklarında "bir insan bunu diğerine nasıl yapabilir" diyor. o kadar gerçekle içiçe olmalarına rağmen başka birini sevme ve birini severken başka birini sevmeye inanmıyorlar çünkü. cidden de yok öyle bir şey yok. julia ve jude ise bu gerçek sevgilerin sıradanlığından ve gerçekliğinden sıkılıp aynen o sergideki yüzler gibi heyecanlı ve daha güzel buldukları kocaman yalan ve gerçekdışı o "aşk" dedikleri şeye tutuluyorlar ama tabii iki taraf da yalan olunca sürdüremiyorlar. hatta jude julie'nin eski kocasıyla yattığını öğrendiğinde "we're not innocent anymore" diyor. burada çok gülüyorum çünkü kim masum ki zaten? bunu böyle kabul edemiyorlar işte! sonunda ikisi de gerçeğe geri dönmek durumunda kalıyorlar. o gerçek de clive ve natalie oluyor. sonu ise belli...

o yüzden sanırım ilişkilerin filme alınacak, abartılacak bir yanı yok. her şey sıradan, basit olduğu kadar gerçek. öyle parıltılı görünürse bilmek lazım ki bir şeyler saçma gidiyor. film tamamen bunu anlatıyor herhalde."

Cuma, Nisan 18, 2008

"Erase and rewind"

Bugün ilginç zamanlar yaşadım. Hayırlısı diyorum.

Onun dışında, kadınların birbirlerini ancak kendilerine rakip gördüklerinde diş gösterdiğini, karşı tarafın en ufak hareketinin itici ve eleştirilebilir geldiğini söylemem lazım. Ama eğer diğer kadının kendisi için potansiyel sevgili olabilecek erkeklerin ilgisini çekmiyorsa bir kadın, o diğerini kaale bile almıyor. En kötü şeyi yapsa bile gülümseyip geçiyor. O yüzden sanırım ancak iki kadın arasındaki bağ, onları beğenen erkeklerin aynı kümede bulunmaması durumunda sorunsuz ilerliyor. Lacan'ın "kadın yoktur" lafı bir çok kritik -özellikle de feminist kritiklerin tabii ki- tarafından sırf ara yüzü tarafından eleştirilmiş olsa da, benim nazarımda öyle doğru ki, kadınlarla ilgili onun bu sözü üzerine söz etmek anlamsız gelmekte.

Bugün oturup kendime çeşitli temalara sahip şarkı listeleri çıkarasım var. Başarabilirsem buraya da koyacağım.

Öğleden sonra eski mesajları sildim, bazılarına dokunmadan tabii. Kulağımda The Clientele vardı. Hayatımda olan insanların mesajlarını -ki zaten hayatımda olmayanların mesaj atmak isteyebileceği biri olmadım hiçbir zaman, sildim. Hayatımdan çıkardığım insanların -ki zaten toplasan bir tane, mesajlarını silmedim, bıraktım onları öyle. Nasılsa sahibi hayatımda değil, öyle dursunlar istedim sanırım. Sonra az önce gelen bir mesajla gülümsedim. Gülümsediğimi farkedip, güldüm bu sefer eğlenerek. Unutmuşum bazı şeyler nasıl yaşanır, hissedilir. Hatırlatana teşekkür ettim. Mutlu oldum. Hep hatırlatsın, hep mutlu olayım.

Çarşamba, Nisan 16, 2008

"I sit beside her, but nobody's there"

Bir gün The Clientele'i de yeniden dinleyeceğim günün geleceğini biliyordum. Bir haftadır da kendi kendimi deneyip duruyordum. Vakti değil henüz diyerek de erteliyordum üstelik. Ama bu gece üstüste günün beşinci, altıncı, yedinci ve sekizinci Red Sea'sini dinleyince -ki kendisi "ilk 10 şarkım" listesindeki yerini geçen sene bir Temmuz gününde almıştı, hala da ordadır, onu oraya koyan etkenler hayatımdan çıkıp gitmiş olsalar da- artık daha fazla kaçacak yer bulamadım. Böyle bir ana kaydı aklım. İlk dinlediğim "Isn't Life Strange"le ilgili yaptığım, mutluluk verici yorumumu düşündüm. Gelen "ama Jessica cries" cevabı ve sonrasında hiç görülmemiş birinin çorap giyerkenki, hiç tanık olmadığım ama hayal edilerek edinilmiş bir anısı. İçimin burkulması ve hemen ardından "The Dance of the Hours" ile "özlenilen bir gizemin" fısıldanışı... İlginç an(ı)lar. Bol bol sigara içiyorum sanırım bu grup sayesinde bu gece.

Bu kadar zamandır dengeli dengeli seyreden ruh halim, bugün beklenen düşüşü yaşadı herhalde. Öğle vakti yapılan Tribeca buluşmasında M.'in "mutluydun sen" deyişiyle bir süredir mutlu olup olmadığımı sorgulamadığımı farkeden kendim, bugünü mutlu olmamaya adadı her nasılsa. Yapılmamış yaz yürüyüşleri ve bunlar esnasında dinlenememiş şarkılar, söylenmemiş ve tutulmamış sözler, beklenen heyecanların artık hayatta bulunmaması, beni yerin dibine geçirecek ve mutluluktan uçuracak bir şeyin (evet ikisi aynı şey oluyor hep) kalmayışının getirdiği bir ruh sıkıntısı içindeyim.

Bir gün bu iki grubu da bir yerlerde hakettikleri huzur ve heyecanla dinlemek istiyorum haklarını vere vere. Eğer eleklerimden geçebilirlerse birileri de olabilir yanımda, hiç farketmez. Yeter ki artık bu şarkılar içimde yankılansın; yarattıkları huzur gittikçe yayılsın... Şimdiki gibi kaybolmasın ve ucu bir yerlere dokunamadan sona ermesinler ardarda.

Tüm bunlar dışında ise, iyilik-güzellik. Yazacak şeyler geliyor aklıma, yoğunluktan geçiremiyorum buraya aklımdakileri de.

"Isn't life strange?
You end up alone..."

Evet.

Pazartesi, Nisan 14, 2008

"So many foreign worlds (So relatively fucked)..."

İçimde anlamsız bir denge var. Anlamlandıramadığımdan garip geliyor tabii. Uç olan hiçbir his kalmamış içimde ki düşüncelerimin dengesini bozsun. Fırtına öncesi sessizlik diye bir geyik yapayım istedim ama ne fırtınası. Hava günlük güneşlik. Yok öyle bir şey.

Günde birkaç yeni albüm dinlediğim oluyor bu aralar. Bu albümlerden beğenmediğim mesela She & Him var ki onları isimlerinden ve görüntülerinden merak ediyordum. Pitchfork'tan gördüğüm kadarıyla pek sevimlilerdi ama ve fakat ve lakin olmamış. Sevemiyorum o ses tonunu. Belki daha farklı bir müziğin üstünde farklı durabilir bilemiyorum. Müzikleri epeyce basit, kendi halinde. Arada dinleyip bir iki tane kulağıma hoş gelen şarkı bulabiliyorum belki ama gayet de nedensiz bir şekilde sevemedim. Grubun She kısmının sesini yumuşatmak lazım. O sesle öyle yumuşak şarkılar söylenmez. Çocukça vurgular da yapılmaz; biri söylesin şunlara.

Onlar dışında Plants and Animals var ki She & Him'in aksine bu grubu epeyce beğendiğimi söylemeliyim. Montreal'den çıkınca zaten beğenmemek gibi bir şey olmuyor. Böyle bir Arcade Fire havası almıyor değilim. Topluca, cümbür cemaat yapılan coşkulu bir müzikleri var. Hiçbir şarkıları sıkıcı değil. Kullanılan enstrümanlar, vokal, back vokal hepsi birden ayrı ayrı duyuluyor ama hiçbiri birbirinin üstüne çıkmıyor. Böyle heterojen bir uyumluluk hali var ki gerçekten, kelimenin tam anlamıyla bir araya gelince homojen olabilen hiçbir şey olmadığı ve fakat oluyor gibi görününce de ortaya çıkan şeyden bir hayır gelmediğini bilen insanlar için zevkle dinlenebilecek bir albüm yapmış Plants and Animals. Bu aralar dinlediklerim arasında en sevdiğim grup kendileri olduğundan, buyrun siz de özellikle Faerie Dance ve Feedback In the Field'a dikkat ederek, Parc Avenue adlı albümlerinden bir şeyler dinleyin.

Islands var bir de tabii. Yeni albümleri Arm's Way güzel. Onları da sevdim epeyce. Sonra Bon Iver var. Aylar önce rastgelmiştim kendisine Last.fm semalarında. El sallamıştık. "Nasılsın, napıyorsun"lardan sonra o yoluna ben yoluma gitmiştim. Kendisi doğru yoldaymış, gitmesi gereken yere gitmiş, güvenli bir iniş yapmış ve tanınır olmuş görmeyeli. Bense hala burda oturuyorum. Arada burası mı acaba inmem gereken yer diyorum. Her seferinde de henüz zamanı olmadığını anlıyorum. Annem görse "Elalemin çocuğu ünlü oldu, sen hala uç havalarda" derdi. Herkesin şöhreti kendine işte. Neyse... Sonra yazarım belki onlarla ilgili bir şeyler ki yazmasam da olur zaten. Neye yazıyorsam?

Bugün de Esenboğa yolunda Asobi Seksu'nun Red Sea'sini açtım. Denedim yine kendimi. O yolda o şarkıyı dinleyebileceğim günlerin ne zaman geleceğini kestiremediğim yakın geçmişi düşündüm. Dinlenebiliyormuş demek ki içimde zerre kadar yaprak kıpırdamadan dedim. İyi oldu. Sonra eve geldiğimde de Zero 7 açtım. Böyle nostalji rüzgarları olsun içimde bir yerler kıpırdasın diyerekten. Kaşınıyorum evet ama hiç kimsenin tırnakları beni yeterince kaşıyacak kadar uzun değilmiş, kendiminkiler bile hatta; artık anladım. That's a good thing.

Perdelerimin böylesi uçuştuğu ve benim zerre kadar üşümediğim, sıcak esen rüzgarın yüzüme düşen saçlarımla oynadığı güneşli bir öğleden sonrasını yazmıştım buralara bir yerlere. Mayıs-Haziran olmalı. O zamandan bu yana çok şey değişmiş, bazı şeyler aynı kalmış; aynı kalması beklenenler değişmiş, değişmesi beklenenler aynı kalmış. Buna bile iyi olmuş dedikten sonra, başka şeylere de aynı sıkıcı yorumu yapmamak için satırlarıma son veriyorum.

Buymuş meğerse.

Cumartesi, Nisan 12, 2008

veruca wants 40s

bu ablalar puppini sistermış efendim, Elif'ten bir tiyoyla kendilerini keşfetmiş bulunduk ve veruca olarak bi karar verdim: ben bunları düğünümde istiyorum!
önümüzdeki 5-10 sene dağılmasınlar, çok ünlü ve çok pahalı olmasınlar, ben de düğünüme bunları getiriyim. ha bi de bi şarkıda birlikte söliyelim mesela, ben de 4dakkalığına puppini sister oliim, sonra dedemleri dansettirmeye devam etsinler :)

Perşembe, Nisan 10, 2008

Comic Strip

Bazen bu videoyu izliyorum, güneşli günlerde özellikle. İşe yarıyor. Özellikle de Serge'in Jane'i farkettirmeden kollarının arasına aldığı ve daha sonra da yüzüne bile bakmadan elini saçlarına götürüp sevdiği sahnelerdeki rahatlığı; aralarındaki yumuşak sessiz sevgiyi görünce mutlu bile oluyorum, gülümsüyorum.

Salı, Nisan 08, 2008

"Erased de Kooning"



Bu ne diyorsanız, hemen anlatayım. Robert Rauschenberg'in "Erased de Kooning"i. Önce bu adamın kim olduğundan biraz bahsedelim.

Rauschenberg 1960 Amerika'sında kendinden önce varolan ve üzerine epeyce spekülasyonlar yapılmış Soyut Dışavurumculuk akımının ilkelerini ve amaçlarını alaşağı eden Neo-Dada etiketinden çıkış yapmış sanatçılardan biri. Soyut Dışavurumculuk'un bireysel aşkınlığı ilahi bir havayla yücelten tavrına karşı 1950 ortalarında eski Dada ruhunu, onların metodlarını kullanarak canlandırmayı amaç edinmiş sanatçılar olarak, Mark Rothko, Jackson Pollock ve Clyfford Still gibilerini eserleriyle sanat galerilerinden koşarak uzaklaştıran Rauschenberg ve arkadaşlarının genel tavrı sanatı Pop Art'a doğru ilerletirken, dalga geçe geçe yerle bir ettikleri modern hayatın insanlara çaktırmadan yutturduğu tüm kavramların içini boşaltmaya da başlamaktı.

Bu noktada Dada'dan faydalanıldığı düşünülürse, bu insanların ne kadar yıkıcı oldukları ve aslında yaşadıkları dünyanın ve onunla ilintili olan şeylerin ne kadar boş olduğunu düşündükleri; varolan sistemlerle dalga geçip bu anlamsızlığı en az o sistemler kadar saçma olduğunu bildikleri eserleriyle veya etkinlikleriyle insanların gözüne gözüne sokmaya çalıştıkları; zaman içinde saygı duyulan bir hale gelen ne varsa hepsini yerin dibine geçirip, miras bırakılmış bu bilgi birikiminin içinde bal kavanozuna düşmüş karıncaya dönüşen insanlığa biraz nefes alacakları ve belki de üstüne çıkıp kendilerini kurtarabilecekleri ufak bir hava kabarcığı yaratıp onları yabancılaştırmayı hedefledikleri görülebilir.

Rauschenberg de diğerleri gibi, Soyut Dışavurumculuk akımının insanları içine soktuğu kişisel transandantal yoğunluğu bozmak için zaten epey çabalamıştı. "Erased de Kooning"de de hayranı olduğu Willem de Kooning'in bir eserini bir şekilde alıyor de Kooning'in kapısını çalarak ve sonra da silgiyle siliyor. Sonunda sanat tarihinde epeyce konuşulmuş bu resim ortaya çıkıyor. Görenlerin ilk tepkisiyle son tepkisi hep aynı bu işle ilgili. Dahiyane olarak nitelendirilen bu işin, modern sanattan hazzetmeyen insanların bile eğlenceli ve "playful" haliyle bu resmi benimsemesine hiç de şaşmıyorum açıkçası. İlk iki paragrafta anlatılan her şeyi bir anda gözler önüne seriyor aslında bu haliyle bu resim. Geçmişe, o yük olarak taşınan birikime saygı duyulması ve 1950lerdeki en önemli sanatçılardan biri olarak addedilen de Kooning'in bir eseri gibi saygı duyulan ve en çok hayranı olunan bir şeyin dahi, o birikimi yaratan kalemin diğer ucundaki (yaratan fırça/kalem Soyut Dışavurumculuk ise diğer taraftaki sileni Neo-Dada) silgiyle silinebileceğinin kanıtı olarak açık açık kendini belli ediyor "Erased de Kooning".

Ben de, her ne kadar Soyut Dışavurumculuğun meftunlarından biri olsam da, bu düşünceye ve bu resme hayranım sanırım. Bana bir şeyin silinmesi, başka bir şeyin yaratılması için boş bir alan yaratır cümlesinin resme dökülmüş hali gibi gelir eskiden beri. Şimdi tabii aynı cümlenin görüntüsünü, bilgisayarlarımızda boş alanlar yaratmak için dosya silerken görebiliyor ve deneyimleyebiliyoruz. Bu kadar basit bir olgunun bu kadar süslenmesi ve sonunda böyle bir eserin önüne kendisinden her bahsedildiğinde "önemli" ve "değerli" sıfatlarının eklenmesi bir çok kişiye anlamsız gelecektir. O halde kendilerine diyecek tek kelime bulamamaktayım zira aklımıza gelen her düşünce zaten kendisinden ortaya çıktığı basit bir kelimeye veya cümleye dayandırılabilir. Artık sadece teknolojinin bizi şaşırtabildiği, düşünce sistemlerinin ve felsefe dediğimiz şeyin uzunca bir süredir bizi varlığından haberdar etmediği zamanlarda yaşadığımızdan olsa gerek yaratıcılığın bu süre boyunca ve hala, yorumlarla varlığını hissettirdiğini de hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum. Bu yüzden bu Rauschenberg yorumu, yorumlarla anlam kazanan Post İzlenimcilik ve sonrası sanat akımlarının bugüne kadar böyle basit bir olguya getirdiği en güzel yorumlardan biridir kanımca. Beğenmeyen bakmasın.

Peki buraya neden böyle bir şeyi yazdım diye soracak olursanız -ki şu anda bu yazıyı buraya kadar okumuş olduğunuzdan şüpheliyim, bu aralar silinmiş olan bir yerler var içimde ve içimde koca koca boşluklar hissediyorum. Yaptığım her işte bu boşlukların ardındaki silik izleri görüyorum ama ne o izleri tekrardan çizmek için elime alıyorum kalemi, ne de üzülüyorum kendiliğinden silinmiş olduklarını görünce. Gördükçe de "Erased de Kooning" aklıma geliyor; demek ki silinen şeylerin üzerine yeni şeyleri çizmek için bu kadar süredir kalemimle -klavye mi demeliydim acaba?- yaptığım kazı çalışmaları (bkz: Excavation - Willem de Kooning) ve kalemimin arkasındaki silgim -o halde buna da "back" tuşu diyebilirim sanırım- epeyce ilerletmiş beni diyorum. İşte bazen bazı şeyleri hiç acımadan silmek gerekiyor ve sanırım bu silinecekler hep de en severek ve özenerek çizdiklerimiz oluyor.

Ucunda silgi olmayan kalem almayın. Tükenmez kalem de kullanabilirsiniz, istediğiniz sorudan da başlayabilirsiniz.

Pazar, Nisan 06, 2008

"you'd see further if you'd only close your eyes..."

Bir sene gecikmeyle de olsa Air'ın Pocket Symphony'sini dinliyorum. Geçende S. ile otururken dinlemiştik. Her zamanki gibi güzel olduğundan artık bir şeyi bu söz ile tanımlamamız gerektiğinde "Air işte" deyip anlaşabileceğimizi söyledim ona. Tamam dedi. Aklınızda olsun sizin de. Hem kelime tasarrufu yapıyorsunuz, hem de Air'ı hatırlayıp yüzünüze oturan gülümsemeyle hayatınıza devam ediyorsunuz. Tavsiye ederim.

Sabahtan beri kahve içmeyi sona sakladığımdan, bir pleasure delayer olarak, sonunda içtiğim kahvenin tadı bir başka geldi. Müziğin de, erkeğin de, kadının da, hayatında pleasure delayer kriterlerine uyanını seviyorum. Pleasure delayer bir erkek nasıl ilişki yaşanacağını, bir kadın yaşananlardan nasıl zevk alacağını, müzik nasıl doğru düzgün müzik dinleneceğini, hayat ise nasıl yaşanacağını öğretiyor.

Tüm bunlar bir yana, hayatta daha yumuşak inişler çıkışlar yapmayı yeni yeni öğreniyor olmalıyım. Olaylara ve insanlara verdiğim tepkiler gittikçe "makul" noktasına yakınsıyor. O kadar hararetli savunmuyorum hiçbir şeyi. O kadar güçlü ifade etmiyorum kendimi. Sanırım dingin bir hale gelmem için hayat tüm gücünü seferber etmiş halde benim için. Teşekkür ederim buradan kendisine.

Bir şeyler yesem iyi olacak. Yeteri kadar erteledim sanırım bu işi de. Si ya.

Man Stroke Woman

Bu dizinin hastasıyım. İzleyin izlettirin.









Cumartesi, Nisan 05, 2008

"Sheer Simplicity" ve yaşamak için beklenen bir anının rezervi ile ilgili...

Ef denen grubu gittikçe daha da çok sevmekteyim. Efterklang'a ara ara benzemiyorlar da değil hani. Onlarda varolan sessiz sedasız, belirgin olmayan, silik bir erkek sesiyle şarkıların arasına girip ses etme, bir iki bir şey söyleme durumu Ef'te de var.

Bugün tüm gün iyi bir moddaydım. Arada Tapes 'n Tapes dinledim. Gittikçe daha çok hoşuma gidiyorlar azimle. Sonradan twitter'a bile yazayım bunu dedim. Random'da oturuyordum, K. ve A.'u bekliyordum. Guinness içiyordum tabii bir de. Şaşırdım içimdeki güneşli havaya. Güneşli dediysem de 0'ın altında eksi bilmem kaç derece soğukta, karların üzerinde onları eritemeyecek kadar az etkisi olan bir güneşti o. En sevdiğim hava sanırım böylesi. Ara ara kendimi zorlayıp istemediğim düşünceleri aklıma getrmeye çalıştım. Yoklayıp durdum kendimi. Ama hiçbir şey olmadı. Biraz da olsa bulutlanmadı güneşin önü. Hep böyle kalayım n'olur...

Kendini şarlatanları ortaya çıkarmaya adayan insanlar varmış. Ben de bazen öyle hissediyorum. Birilerine ayna tutuyor olmak, "siz aslında busunuz" demek zor bir şey. Ara ara bana tutulan aynalar da oluyor. Ama bu aynalar bir insandan ziyade olaylar ve durumlar oluyor. Birileri çıksa da bana bir ayna tutsa diyorum bu güneşli halimde. En azından kendime daha iyi davranarak bir şeyleri değiştirmeme bahane olur.

Forget Her diye bir şarkısı var ya hani Jeff Buckley'in. O şarkıyı çok seviyorum. Unutmanın hiçbir şeye çare olmadığını biliyorum. Unutmamak ama unutulması gerektiğ düşünülenleri affetmek gerekiyor sanırım. M. bana bir keresinde uyumadan önce yatakta uzanmışken, bilemm kaç defa "Her şeyi ve herkesi affediyorum" dememi öğütlemişti. Denemiştim ve hiçbir işe yaramamıştı. Ara ara onu dener oldum ama o zamanlardan beri. Şimdi geriye dönüyorum. Baktığımda affettiğim ve şimdi hatırlasam da gülüp geçtiğim ne çok şey varmış diyorum her insan gibi ben de. O salak söz hiçbir işe yaramıyor evet. Ama zaman her zaman her şeyi gerçekten de çözüyor. Eskisi gibi inatla kötü bir anının, içte kalan sözlerin veya hareketlerin peşinden gitmeyi zamanla bırakıyor insan. Tam da öyle bir dönüm noktasındayım sanki belli şeyler için yine. "Don't fool yourself;
she was heartache from the moment that you met her" diyor şarkı, hak veriyorum. Ne güzel bir adammış Jeff, nasıl ona böyle sözler yazdırırlar diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.

Şimdi Y.'in yolladığı şarkıları dinleyeceğim ve birazdan yatağıma doğru yol alacağım. Bugün istediğim bir şeyin gerçekleşmesini istiyorum yakın bir zamanda. Eğer olursa "Know How" dinleyerek yapılan bir kahvaltıyla başlanacak olan o günün gecesinde, buraya yazacağım gülümseyerek çünkü. Başlıktaki anı rezervi tam da bu anı işte. Henüz hiç yaşamamış olduğum bir zamanı şimdiden anılaştırdığım için yaşarken ne hissederim bilmiyorum.

Yarın güzel bir gün olsun istiyorum. Sakin, anlayışlı, her şeyin sıradanca güzel görünebildiği bir gün... Basit olanın güzelliğine her zaman güvenmişimdir çünkü.

Cuma, Nisan 04, 2008

Talk is cheap!

Bugün yani daha doğrusu dün, ilk kez bir soruya öyle bir cevap verme yürekliliğini gösterdim. Kendimle gurur duydum.

Genel olarak vasat bir gündü. D. ile alışveriş maceramızdaki (ilk kez ayakkabı numarasına bakmadan ayakkbıları alıp ayağına geçirmeye çalışan birini gördüm sayesinde) eğlendiğimiz zamanlardan sonra eve gelip sakin sakin yerime kuruldum. Tüm gün yağan yağmuru hissetmiş olacak ki iPod'um harika şarkılar seçti. Balmorhea, Eluvium, Radiohead, Herbert derken camdan dışarı izlediğim bir yolculuk sonunda eve ulaşmış olmak harika hissettirdi. Bir şeyler yerinden oynadı sonra daha da iyi oldum. Arada güzel ve üstümdeki günlük sorumlulukları yük olmaktan çıkaran bir haber daha aldım tabii. Bunları da unutmamak lazım. İnsanların neden kendileriyle barışık olmadığını daha rahat kavrayabildiğim bir gün sonu yaşadıktan sonra, şu anda bulunduğum noktada uzun süredir bulunmamış olmam ne garip demeye başladım şimdi de. Bu kadar dengeli bir yer bulamamış olmam ne büyük kayıp olmuş. Ama iyi de oldu tabii. En azından bir şeyler öğrendim. Öğrenmenin yaşı yok.

Kısa bir film fikri aklıma geldi bugün sabahki gülüşmelerimiz esnasında. İsminde saklı konusu da zaten aslında: "Demode". Konusu da biraz ayrıntılandırırsak -ki öyle ayrıntısı falan yok aslına bakılırsa, ben abartıyorum, alışveriş dünyasında kendini kaybeden bir genç kızın demode zevklerinin farkına varması gibi bir şey. Maksat eğlenmek zaten, ki Ayça geldiğinde çekmek üzere sözleştik bile. Hatta Ayça ve E.'in farklı bir film projeleri daha varmış. Ona bile dahil olabilirim eğer hala isterlerse.

Sanırım bugün de bana ayrılmış vaktin sonuna geldik. Yarın yine aynı saatlerde buluşmak üzere diyor ve kendimi A. M.'ın sohbetine adıyorum. Si ya.

Perşembe, Nisan 03, 2008

"This is what you get, when you mess with ´me`..."

Eğer doğruysa o, artık sokakta görsem yüzüne bakmayacağım bir insan var hayatımda. Ne hoş.

Bazı şeylerin ışığı altında buz gibi oldum yine. Bir elinde bir şey varken, diğer eliyle başka şeyleri tutma çabasında olan tek bir insan dahi görmek istemiyorum. Bu bir elinde tabak varken, diğer eliyle çatalı tutan bir insan da olabilir. O derece istemiyorum.

Üstümden artık epeyce bir yük kalktı sanırım. Az önce bunu hissettim. Bazen böyle şeyleri duymak insanı sarstığı gibi, insanın içindeki tozu, tortuyu da silkeliyor. İnsan önce o şokla inanamıyor. Ama birkaç dakika sonra ortalığın toz dumanı kalkınca, o zamana kadar tanımlayamadığı şeyleri daha net görüyor. Artık içimde bir türlü oluşamayan ama az önce kendini gösteren kötü dileklerimi -ki dilediğimde gerçekten de tam dilediğim şekilde oluyorlar eğer bir şekilde haklıysam- kendisi için harcayamayacak kadar kaale almamaktayım bu kişiyi de. Ama ben yapmasam da karma denen bir şey var neyse ki. Hatta öyle iyi biliyorum ki neler olacağını. Büyük bir iç rahatlığıyla güveniyorum kendisine ve bu videoyu da manidar olsun diye koyuyorum.



Daha rahatım. Daha doğruyum. Uzun süredir ilk kez bu kadar hafifim ve mutluyum.

Marjinal Fayda

Björk'un son videosunu birkaç kez açıp izledim ben 22 dakika önce geride bırakmış olduğumuz Çarşamba gününde. Bir tanesinde cidden oturdum izledim, diğerlerinde ise ara ara göz attım, o orada kendi halinde seyrederken, ben kendi işimi yaptım. Her izleyişimde de Björk bu klibi iyi ki Michel Gondry'e bırakmamış dedim. Yine antin kuntin işlerini, artık izleyip bıktığım, kendine göre naif buluşlarını sıkıştırırdı ve bu Björk gibi her yaptığı işte kendini yenileyen ve aşmaya çalışan bir kadına hiç uymazdı diye düşünmekteyim.

Peki benim gibi The Science of Sleep'sever bir kişi ne oldu da Michel Gondry için böyle şeyler söyleyebiliyor? Aslında her şey geçen gün A.'un bana, şu buraya da koymuş olduğum ayakkabılı film sahnesiyle pek bir sevmiş olduğum Miranda July'nin bir kısa filmini göndermesiyle başladı. İzledim. İzledim... Ama nedense bir şeye benzetemedim. Hemen buraya da koyayım bir izleyin. Sonra konumuza dönelim.



Şimdi ilk başlarda hepimizin hoşuna gidiyordu değil mi, bu kadar teknoloji içinde yaşarken bir anda çocukluğumuzdaki basit oyuncaklara benzer hayallerin içinde kendimizi bulmak. Sonra bu oyuncaklarla tekrar çocuk olduğumuz bir hayalin içine bir iki saatliğine filmlerle dalabilmek büyük bir lüks. Eternal Sunshine of The Spotless Mind'ı ilk izlediğiniz anı bir düşünün. O filmdeki her imge nostaljikti sanırım. Karakterlerin içinde bulunduğu durumdan tutun da kullanılan objelere kadar hepsinde çocuk oyununa benzer bir şeyler vardı. Aslında o sıralarda çok etkilenebileceğim halde bu film bana bir şekilde itici gelmişti ama neyse... Sonra The Sciene of Sleep'i izlediniz. Arada bir de Miranda July'nin naif sahnelerle dolu Me And You And Everyone We Know'u vardı. The Science of Sleep'te isminin aksine bilimin dokunmadığı, tamamen işçilik dolu olan o sahneler hepimizi o saf tarafımızdan yakalamıştı.

Bunlardan önce ise Gondry'nin en belirgin işleri yine Human Behaviour, Army of Me, Hyperballad, Jóga ve Bachelorette klipleriydi. Sonra da Knives Out vardı ki o klibi de çok sevmiştim bazı yerlerini yine eski kliplerine benzetmiş olsam da. Hepsini delice sevmiştik. Neden? Çünkü teknolojinin ve içinde veya üzerinde insan dokunuşunun olmadığı her şeyin yüceltildiği dönemlerde, teknolojiyi de kullanarak içindeki her şeyin üzerinde parmak izlerinin göründüğü işlerdi hepsi de. Kıyıda köşede kalmış ve unutulmuş insan deneyimlerini izlediğimiz bu filmlerde bilgisayar programları sadece o parmak izlerini daha belirgin hale getirmek için kullanılmıştı sanki.

Ama ne zaman ki Declare Independence'ın klibini izledim, o zaman farkettim ki artık Gondry'nin dehası olarak nitelendirilebilecek o çocuksu oyuncak keşifleri artık beni etkilememeye başlamış. Her bir yanı saran iplerin her birinin ucunun Björk'un önünde duran insanlara bağlı olması, sonra Björk'un özgürlüğünüzü ilan edin diye insanları uyandırmaya çalışırken hoparlörden çıkan bu iplerle bu insanları etkilemesi beni zerre kadar etkilemedi. Halbuki benim kafamda bu şarkıyı dinlerken ne güzel klipler çekilmişti. Şarkıyı alacalı bulacalı renklerle dolu bir görüntünün üzerine koysalardı daha bile güzel, daha bile etkileyici olurdu. Şarkı zaten yeteri kadar mesaj bağırıyor; o klibe hiç gerek yoktu bana göre ki hala aynı şeyleri düşünüyorum. Yani artık ipliklerle, oyuncaklarla bir jenerasyona kendini sevdirmiş bu adamın artık bu Fransız naivetésinden sıyrılması lazım diye düşünüyordum açıkçası. Akıllı olduğunu kanıtlayan bir ton yaratıcı iş yapmışken hala aynı şeyleri üretiyor olmak ona batmalıydı ben burada onun işlerinden çoktan sıkılmışken diye düşünmüştüm. Hala da öyle düşünürüm.

Her neyse, July ise yine aynı nedenden bu filmini izlediğimde sinirlendiğim bir başka yaratıcı insan. Evet bir insanın her işinden aynı yaratıcılığı ve zekayı beklemek yanlış ama bu kadar da umarsız olmamalı insan sanki. Bir bakıyorum bu kadın güzel işlerinden sonra artık düğme yapımına soyunmuş ve düğmeleri de tuzdan, ondan bundan yapıyor. Belki eğleniyordur kendi bunları yaparken ki eminim eğlendiğine ama artık salt büyülü bir gerçeklikle insanları etkilemeye çalışırken yaptıklarıyla saçmalıyor diye düşünüyorum. İçinde zeka gıdıklayıcı hiçbir şey yokken düğmeyi tuzdan yapsan ne olur, çataldan yapsan ne olur ki bu insanların bu ufak şeylerden heyecan yaratmaya çalışmaları, basitleşeceğim ve daha derin olacağım derken içi bomboş filmler, klipler çekiyor olmaları beni epey sinirlendiriyor.

Anlıyorum diğer yandan da. Uzun mesafe koşucuları adımlarını ufak ufak atarlar ve yavaş koşarlar ki sonraya nefesleri ve enerjileri kalsın. Bu insanlar ise öyle çıkışlar yaptı ki bu alanda, ilk seferde bir anda, çıkmaları gereken merdivenlerin yarısını aldılar sanki. Bu noktada yaratıcılıklarını çıkış kaynaklarını tekrarlayarak tüketmelerinin de bir anlamı yok ama. Yani eğer artık eskisi kadar değişik bir şeyler gelmiyorsa aklına, hayalgücün eskisi kadar etraflıca kurgular yaratamıyorsa hiçbir şey yapma; yapıyorsan da ortaya "Bunu ben yaptım" diye atma bir anda; otur evinde sıkılana kadar izle -ki eminim ki oturup iki defa izleseler sıkılmalarına yetecek de artacaktır . Yoksa bu şekilde onları seven ve takdir eden benim gibi bir sürü insanı, filmlerini izlerken enayi yerine koyulmuş hissine sürüklerler ki bana öyle oluyor sıkça bir süredir.

Bu yazdıklarımı müziğe uyguladığımızda ise bu zamana kadar başarılı olan sanatçıların neden başarılı olduklarını anlayabiliriz sanırım. İlk aklıma gelen Radiohead ve Björk, ilk çıktıklarında nasıl müzik yapıyorlardı şimdi nasıl müzik yapıyorlar diye düşününce bu sanatçıların aslında zaman zaman tökezlediğini, beğenilmediğini, yerden yere vurulduklarını ama daha sonra risk ala ala oldukları hale geldiklerini ve oldukları yerlerde yanlarında başka tek bir sanatçıya bile yer olmadığını görebiliriz. Sırf risk alabildikleri, bir önceki albümlerinde onlara tapan insan kitlelerini kendilerine bağımlı kılmak ve kendi ceplerini doldurmak için aynı tür müzikle bir sonraki albümlerini doldurup dinleyicilerini manipule etmedikleri için daha da çok saygı duyuyoruz kendilerine sanırım. Sonuçta yaptıkları müziklerin çeşitliliği onların gelişimlerinden ve değişimlerinden kaynaklanıyor ise, onları dinleyenlere gösterdikleri saygı değiştikleri ve dönüştükleri halleriyle bir sonraki sefere hem onları zaten dinliyor hem de henüz dinlememiş olanları da kendi noktalarına çekebilmeye çalışmalarından rahatlıkla anlaşılabilir. Ve işte aynı nedenden, yaratıcıyım diye ortaya çıkıp kitleleri kendine hayran bırakan ve beklenti içine sokan bu tür sanatçılar artık kendilerini geliştirip başka şeylere dönüştürmedikçe hiçbir şey yapmasınlar.

Marjinal fayda denen bir şey var, birileri çıkıp söylesin şunlara yoksa Coldplay olup çıkarlar, haberleri yok.

Çarşamba, Nisan 02, 2008

Cut the crap!

Bir insana onun kendisine gösterdiği sevgi ve saygıdan daha fazlasını gösterdiğinde ve hissettirdiğinde o insan bozuluyor ve arızaları bir bir ortaya çıkıyor. Bazen bu diğer insanın kendisine yeteri kadar sevgi ve saygı göstermemesinden ve diğer insanın onda onun görmediklerini ona güzellikle ve şefkatle göstermeye çalışmasından dolayı meydana geliyor.

Bazen de o insanın suçu olmuyor bu ve diğer kişinin sevme ve saygı gösterme işini abartmasından kaynaklanıyor. Bazı durumlarda kendisiyle uğraşmayan ve ne olduğunu bilen bir insan olduğundan oluyor bu. Bazı durumlarda ise tam tersi, kendisiyle uğraşmamasının ve diğer kişiye anlam ve değer yüklemesinin nedeni kendine değer vermiyor oluşundan kaynaklanıyor.

Böyle garip bir döngü var günümüz ilişkilerinde ve buradan yine insanları en doğru ayıran kriterimize geliyor iş: Kedi seven insanlar ve köpek seven insanlar diye tüm dünya insanlarını ikiye ayırabilirim gibi geliyor. Kedi sevenler herkesin kişiliği olsun, öyle kimseyi etrafımda pervane etmeyeyim ama değerim bilinsin, sevdiği insan kendini sevdirecekse ona gelsin diyor. Köpek sevenler ise her istediğimde hep beni sevsin, istemediğimde de yanıma yaklaşmasın ama yine de kendini bana sevdirmek için çıldırsın istiyor. Bu durumda kedi sevenlerin köpek seven insanlara bulaşması epeyce normal ama köpek seven insanlara zerre kadar bulaşasım yok benim de. Herkes kendisine değer versin; başkaları aynı değeri onlara gösterdiğinde çılgınca bencil olmasın istiyorum.

O yüzden herkese onların kendisine gösterdiği kadar sevgi ve saygı gösterirsen eğer, hiçbir zaman başkaları tarafından hayalkırıklığına uğratılmanın sinir bozucu hissini ve deneyimini yaşamazsın. Kimsenin kimseden alacağı olmaz. Herkesin ne olduğunu ve ne olmadığını bildiği harika bir ilişki dünyasının içinde bulabilirsin kendini.

Evet, keseyim artık.

Wanderlust

Björk Volta'sının en sevdiğim şarkısına video çeker de ben buraya eklemem mi?! 3d animasyon olan videonun previewlarını yutubdan izlemiştim. Bunu da taze taze gördüm hemen link vereyim dedim.

Rica ediyorum şunu izleyin. Ve hatta rica etmekle kalmayıp izlemeyenin kafasına geliyor tava diyorum.

Björk - Wanderlust

Demon Apple

Güzel güzel haberleşiyoruz onunla. Bu mutluluk verici epeyce.

Dün ve bugün yani aslında dün ve ondan önceki gün iPod'um çıldırdı. Tanrılar öyle çıldırmış olmalı ki sürekli "Low Battery" şeklinde cevap verdi kendisi. Mucizevi bir şekilde, artık tam da ondan ümidimi kesmiş, yeni iPodlara isteksizce bakınırken nette, bir anda kendi kendine canlandı. Tam da tüm umutlarını tüketmiş yeni bir şeylere isteksizce de olsa başlangıçlar yapma isteğindeyken eski sevgilinin araması gibi ilginç oldu bu geri dönüş. Ama tek farkı tamamen mutlu etmiş olmasıydı. Diğerinde türlü saçma hisler birbirlerine girmiş halde olurdu.

Bazen hasta olsam diyorum; böylece yapmak istemediklerim için geçerli bir bahanem olurdu ama maalesef olamıyorum hasta. Yürüyüşler yapıyorum dışarda serin havalarda üstümde çok da bir şey yokken. Olmuyor.

Onun dışında her şey epeyce olağan seyrinde devam etmekte. Ne yazık ki her şey için mantıklı açıklamalarım var ve bahanem kalmamış hiçbir şey için. Saf gerçek neyse onu görüyorum, söylüyorumi algılıyorum. O yüzden de etrafımda çok kişi barındırmıyorum sanırım. Dokuz köyden kovulana kadar da bu böyle sürecek gibi.

Bir gün içindekileri çıkarmak zorunda kalmadığım o biriyle aynı odada olmak, ona gözucuyla baktığımda huzurla dolmak istiyorum.