Perşembe, Ocak 26, 2006

la lal la lal la lal laaaaaa

bu başlık efendim, bu başlık, cocorosie dinlerken (butterscotch) bu yazıya uygun görüldü.


dışarısı kar. kardan başka bir şey görünmüyor hatta. bu süpper bir şey tabii ki bilirsiniz bir izlanda hayranı olduğumu sanırım hepiniz. bu arada hepiniz mepiniz diyorum ama odamda kimseler konuşmuyor. sustum sustum ama farketmedim sanmayın bu suskunluğum nedeniyle. neyse...


geçen gün yine kar yağarken gözde, gökçe ve ben gece yarımda dışarıya fırladık. ayak basılmamış karla kaplı koca sokağı görünce adeta gözümüz döndü. evet evet gözümüz fır fır yuvalarından fırlayacak gibi, reagan'ın kafasının dönüşü gibi döndü yuvalarında. neyse efendim bu kadar bayık betimlememsiler yeter biraz da olaylardan bahsedeyim.






olay da yok aslında. alt tarafı aşağıya indik. çocuklar gibi şendik. birbirimize bir türlü top haline getirilemeyen kar tozları attık; aptal emekli ankara ahalisini rahatsız ettik (ohhh).









mesela gökçe miranda tadında bir şeyler yaptı yere yatıp, ben de bir yere çıkıp çektim onu. pek bir flu oldu bu resim ama işte naaparsınız. profesyonel makinemiz de yok ki güzel kareler çekelim... neyse...




sonra da işte köpekleri sokakta görmemizle beraber gökçe bir anda "aa bunlar kedileri parçalıyorlaaar" diyince yukarı çıkalım dedik. ehh biz de kedi sülalesinden sayılırız artık. yukarıya çıktığımızda yanaklarımız pespembe olmuştu. yenilenmiş gibi hissettiğimiz ciltlerimize bakındık hemen evimizden içeri girer girmez bizi karşılayan boy aynasında.

bizden geri kalanlar da işte sokak boyu oradan oraya koşuştururken bıraktığımız ayak izlerimizdi. onları da çektim tabii; hiç kaçar mı?

bugün de bir sınava girdim. drama finalimdi. iyi de geçti... hacettepe(beytepe) kar konusundan kendinden geçmiş haldeydi. şimdi o resimleri de buraya yapıtırmak isterdim ama ruhum daraldı resim upload ede ede. neyse ben diyeyim küçük izlanda (daha ne kadar küçük olabilir demeyin lütfen) siz diyin grönland.

benden şimdilik bu kadar. tjù diyip bitireyim diyorum yazıyı.

tjù!

Salı, Ocak 24, 2006

bir adet kar sorgulaması lütfen.

tüm insanlığın bir şeylerden acı çekmesi, bir şeylere ihtiyaç duyması, bir eylerin onları mutlu veya mutsuz kılması ne kadar saçma. yani karşımızdakine biz değer yüklediğimizde verdiğimiz değerin bize bir silah olarak geri doğrultulmuş olduğu gerçeğini nasıl da görmezden geliyoruz her seferinde... anlayanlar için söylüyorum bunu tabii... nasıl da ona yüklediğimiz anlamlar olmasa karşımızdakinin bize zerre kadar dokunamayacağını anlayamıyoruz. nasıl da kendimizden başka hiçbir şeyin gerçek olmadığını görüp de algılayamıyoruz. nasıl da bize acı veren her şeye o gücü tam da bizim verdiğimizi göremiyoruz. buna şaşırıyorum bugün de.

başkalarına ne kadar da çok ihtiyacımız varmış. bunu iyice kafama soktum bugün.

acı çekmek için, mutlu olmak için, mutsuz olmak için, gülmsemek, ağlamak için, kırılmak için, üzülmek için, bakmak için, sevmek için, nefret etmek için... halbuki her seferinde tüm bu eylemleri kendimize karşı yapıyoruz/hissediyoruz farkında mısınız?

o yüzden ne yaptıysak küçücük evrenlerimizde hepimiz kendimizden başka bir şeyi suçlamayalım. eh bu kadar suçlamak istiyorsak da o zaman hayatı suçlayalım; o her seferinde kesin konuştuğumuz ve kesin ve net yargılara vardığımız her konuda bize "nanik yapmak" üzere pusu kurmuş hayatı.

Pazartesi, Ocak 23, 2006

blank page

i catch the rainfall
through the leaking roof
that you had left behind
you remind me
of that leak in my soul...

böyle bir anlatım, bu sözler nasıl varolabilir diye düşünüyorum... nasıl bu kadar iyi ifade edilebilir ki... billy corgan'ın ellerine sağlık... kendilerini kutluyorum buradan!

bugün temizlik günü olarak ilan edilmiti dünden. ben de sabah kalkıp, kaarlı tost yaptım kendime aldım elime çayımı, oturdum banu alkan izledim. bu kadar garip bir şov, bu kadar insanı sersemleten bir program daha dünya tarihinde görülmemiştir herhalde. gerçi gelin-kaynanalar bu programla gayet de yarışabilir, şöyle bir düündüm de...

neyse sonra, mutfağa geçtim ve ne kadar yapılacak iş varsa yaptım. her türlü ayrıntıya kadar ama... hiçbir işten kaçmadım. gururla söylüyorum bunu. orası bittikten sonra da hemen ortalığı bir topladım. tüm bunlar 3 saatimi falan aldı herhalde.

bir anda 3 saati görünce şaşırdım ne kadar uzun sürmüş diye ama şimdi hatırladım ki bir de banyoyu temizlemiştim ben. ellerime kırmızı plastik eldivenler taktım hem de. kendimi temizlikçi kadınlara benzettim bir an için. neyse... o kadar işte sonra da televizyonu açıp biraz zapiing yapayım dedim. o sırada gökçe de geldi sınavından. iyi de geçmiş bu arada.

tvde gezinirken kanaldan kanala bir de baktım ki bir ara feci sardığım birçizgi film var. hem de samanyolu tvde. cedric adı. çok sevimli bir velet ailesiyle 8 yaşının heyecanlı günlerini yaşıyor bu çizgi filmde. onu izlerken de uyuyakaldım.

uyandım sonra. içeriye, odama gidip yatayım dedim ama oraya gidince de uyuyamadım. çok sevgili honey'ime sarıldım, bir o yana bir bu yana döndüm ama bir türlü beceremedim. neyse...

şimdi de bir yandan makarna yaparken bir yandan da bu blogu giriyorum. ne soslu yapsam diyorum amaba? beyaz peynirli ve domates soslu mu, yoksa kaşar peynirli ve semizotlu falan mı? veya baka bir şey mi? sanırım şimdi karar verdim ve sade yapıp yoğurda bulayacağım pek sevgili makarnalarımızı.

bugünlük benden bu kadar sevgili imagine room sakinleri... gördüğünüz gibi bomboş bir günden sonra, anlatacak bir şey bile bulamadığım bu yazı, anlatmak için bir şeyler bulduğum yazılardan daha bile uzun olabiliyormuş.

öpüldünüz efenim.

Cumartesi, Ocak 21, 2006

[(...)]

Bir de gecenin bi yarısı (sabaha yakın olan yarım) keyiflenmek var. Güneş tepede olsa "kim tutar beni" diye yapacak bir sürü şey bulabilecekken bu enerjiyi neyle değerlendirsem diye insanı kara kara (ne kadar kara olabilir ki keyiflenmek?) düşündüren. Ha güneş tepede olsa da biz göremesek onu, koyu koyu içim kararır belki o kadarını bilemiyorum. Şimdi ne yapsamm? Müzik koyup zıplayabilirim son çare olarak. Ama aslında karşıma birini alıp sabaha kadar mantıksızca (ya da tam tersi - aşırı dayanaklı bir şekilde) serbest çağrıştırarak koşmak istiyorum. Divina de erken yatmazdı ama... Neyse, işte gece saçması!..

Not: Gece saçması eğlenmeler, gece yarısı atıştırmalarının tadına on basar :)
Not 2: Çok hafif kaçtım galiba odamıza. Yine de buzul huzuru hayallerimizin yanına Afrika dansları katmayı gerçekten isterdim.

(...)a cevap

aslinda bi onceki post'a comment olarak baslamistim bu yaziya. ama cenem dustu ve basli basina bir post olsun istedim. neyse.

baskalarinin hayatlarini bloglardan, pencerelerden, ekrandan, kiyisindan kosesinden gordugunde yasadigi seyi "mutluluk" olarak tanimlayan bir insanin bu irka mesledigi nefretin yogunlugu cok ilginc bir celiski...

insan irkinin parazit oldugu fikrine katiliyorum; bunu konuştuk mu bilmem ama insanoglunun dunyanin bir hastaligi olduguna inaniyorum Simit ajaninin dedigi gibi.

dusunsene, bir duzen var, bir ahenk, ve birden uzerindeki canlilardan biri abidik evrimler gecirmeye basliyor, ve bu duzeni zorlamaya hatta bozmaya basliyor.

butun canlilarin dunya uzerinde ait olduklari bir dogal ortamlari varken, dogustan "i don't belong here" bir teenagelige mahkum insan oglu mahrum bu kendine ait "alan" oldusundan... ve aslinda kendinden buyuk olan duzene kendi mali muamelesi yaparak istedigi gibi oynaya oynaya sonunda kendini bile kopyalamayi basaran bir illet virus oluyor....

dunya yogurt sanki. bir bakmisin kuflenmis. cope atarlar artik eserimizi (!)

kiyamet kendi elimizden cikicak sanki....sanki fazla bile

sokakta bi kutunun ustune cikip " the end is nigh" diyen amcalar veya ekoloji posterleri gibi durmak istemiyorum, ama biz bu dunyaya onu sonlandirmak icin gelmis parazitler olabiliriz....olmaya da biliriz

tek bildigim "gercek" bana huzur vermiyor. daha az celiskili bir sekilde belki ben camdan bakip isigi yanan pencereler veya televizyonda canli yayin gordugumde suratima attigi kucuk tokatla "gercek" bana daha buyuk tokatlarini (tokat derken travmatik bir durum yok sadece gercek olmasinin sikiciligi ve kurulugu iste...gercek pek yagmur sonrasi bir havaya sahip degil cunku) hatirlatiyor.

ben de bu gercege bakmamak icin oyalanirken bakilmak uzere yapilmis yeni oyuncaklarla oynuyorum. oynuyorum. oyuncaklari izliyorum. fiktif seylerle ugrasiyorum. ve parazit hayatimi, biz dunyayi veya dunya bizi yok edinceye kadar olabildigince 5 yasinda gecirmeye calisiyorum belki.

baska parazitlerin kucuk hayatciklari da benim kucuk hayatcigim kadar gereksiz ve cirkin geliyor. huzur kacirici. ondan huzur kacirmak icin elimden geleni yepiyorum.

merkur 9'a free speech hediyesi olsun bu ne anlama geldiginden su anda kesinlikle emin olamadigim yazi.

Cuma, Ocak 20, 2006

( )

başkalarının hayatlarını okumak onların tuttukları bloglarda, gecenin bir yarısı kendinizi yalnız ve ürkek hissettiğinizde tvde canlı yayın bulabilmenin verdiği güvenlik ve kaostan düzene geçiş hissine benziyor. ve hatta bence ta kendisi bu hissin...

birileri dünyanın bir köşesinde kendi hayatlarını yaşıyor ve bunu gören ben kendimi bir an olsun kendi ufak hayatımın merkezinden alıyorum. orada değilim artık... bu insanların hayatlarındayım. huzurlu hayatlar... yalnız hissettiğinizde dışarıda lambası yanan bir ev aramak ve karşıdaki apartmanın birkaç dairesinin ışığının yanık olduğunu görünce mutlu olmak...

hayat ne kadar da basit aslında. ağır depresyonların, büyük sözlerin, anlamsız mutlulukların, biroyanabirbuyanasavruluşların nedenini düşünüyorum... yaşıyoruz... büyüyoruz... yaşlanıyoruz... ve ölüyoruz... bu kadar basit ve olağan ve belirlenmiş çizgilere sahip olan yaşamlarımız bu kadar da ciddiye alınmaya değmiyor sanırım. kimseden nefret etmeye, kimseyi hayatından silmeye/çıkarmaya, birilerine kızmaya veya anı biriktirmeye değmeyecek kadar basit olan bu sıradan ve herkesinkinden hiçbir farkı olmayan ama kendi kendimize "özel" kılmaya çalıştığımız absurd yaşamlarımızla nasıl da böbürleniyoruz...

insanlığın ve medeniyetinin tümünün canı cehenneme diyorum içimden uzun zamandır. unutulmuş olan milyonlarca özelliğimiz, sırf bu modern yeni dünyaya entegre olabilmek adına özümüzden verdiğimiz ödünlerimizle beraber yok olsak artık diyorum... dua ediyorum bunun için... bir an sonranın nasıl bir felaket getireceğine dair paranoyalarımızla nasıl hala artabiliyoruz, çarpılabilinip, bölünebiliyoruz ve en önemlisi üreyebiliyoruz?

egolarımızın yerin dibine girmesi için evrensel boyutta bir soykırım gerekiyor bu dünya ırkına... ben dahil herkes daha fazla özünü reddetmeden, anlayamadıklarını veya algılayamadıklarını yok sayan bir ırkın mensubu olmalarıyla bunu çoktaaan hakediyoruz.

bilincim, bir gün yıldızların her birinin bir araya gelip, gittikçe yaklaşan, artan bir hızla üzerimize gelen teknolojik saçmalıklar olma olasılığını daha fazla görmezden gelemiyor. her seferinde bilinçaltım devreye girip bana gecenin bir yarısı bölünen uyku aralarımda hatırlatıyor bunu.

nefes nefese kalkıp gözümü açtığımda beni sakinleştirmesini beklemem gereken gökyüzü artık hiç de sığınabileceğim bir düşülkesi vaadetmiyor bana.

[...]

yeryüzünde hiçbir düşülkesinin olmayışı ne garip... sonra da burada yaşayıp düşlerimizi gerçekleştirmekten böyle bir şeyin "gerçek" olabileceği umuduyla "hala" bahsedebiliyoruz... biz mi yanlış yerde yaşıyoruz yoksa hayallerimizi mi yanlış yerlerde yaşatıyoruz onu merak ediyorum ben de.

philip glass dinlemek ayrıca ruhumu dinlendiriyor; içimde anlamsız, tarifsiz burkulmalara yol açıyor. bu his de bir şekilde içimde dingin dingin oturamayan, yerinde duramayan ve bu yüzden de kendi içlerinde bir gelişim gösteremeyen her şeyin, tam da kendi içlerindeki devinimlerini tetikliyor. durmak, oturmak, kelimeler üzerinde değil de hisler üzerinde yoğunlaşıp bunları farklı yollarla ifade etmek zamanı geliyor sanırım yavaş yavaş. belki de paul auster'ın ny üçlemesindeki bir karakterin çocuğuna yaptığı gibi hepimiz ayrı ayrı odaların içinde büyümüş olsaydık ve bize sözcükleri öğretmeselerdi, elimize tek bir kalem veya boyalar verseydiler, tanrı'nın (o her ne ise) dilinden konuşuyor olurduk. değişik bir fikir çılgınca görünse de değil mi sevgili imagine room sakinleri?

bu haftasonunun güzel geçeceğine dair hisler var içimde. buraya bunu yazdığım için kötü geçeceğinden de adım gibi eminim ya neyse. (htrlynz: güneş yay, yükselen ikizler ve tutulamayan çene üçgeni) ayrıca serbest bir çağrışımla (bkz: bermuda şeytan üçgeni)

hadi biraz da siz boşlukları doldurun aklınıza gelenlerle salt o boş alanın varlığını hissetmek adına...

Çarşamba, Ocak 18, 2006

tabiiiki premature

ablam bana davet de gonderirmis beni kitcsh object de ilan edermis diye simarabilirim mesela neden olmasin?

imagine roomsuz bir eve tasindiktan sonra imagine room'un hayaletleri kendilerine blog acmislar...haberi alir almaz baktim... okudum...ablam guzel oooleden sonralar diledi evet bir kahvalti masasindan ama amaydi, atmosferi daha tam olarak solumamistim, nasil girmeli, ne yazmaliydi?

dusunmeden yazmalarim sonucu cogu kez katledilmek zorunda kalan kendi gunlugum gibi bir durum degildi bu, misafir sanatciysak hepimiz umdugumuzdan degil buldugumuzdan tatmali, ayak yorgan oranina dikkat etmeliydik, amandi tanrimdi butun yazanlari okuyup nasil birseyle katilmam gerektigine karar vermem ve bir kere olsun organize olmam gerekiyordu, evet evetti...

oyle olmadi tabiiki...sabirsizlik/heycan/gaz/ "meeeerhaaaabaaaa beeen geldiiiiim" diye haykirip 5yasinda bir gulumsemeyle kirdigim vazoyu arkama saklama tesebbusu kokan (ama gerekirse hic de sirin olmadigini saklamayan :P) "giris"im...bu cumleyi baskasi bitirsin...ekip calismasi bu degil mi?

neyse imagine room'un fonunda bugun calan muziklerle ilgili soyleyeceklerim olabilirdi...ama bu sadece ikinci premature dogumum olsun da hosgelmekle kaliyim, yol yorgunu konular acmaktan kacinip bol bol uşeniyim.

Şşş...

bir şeyler yazasım oluyor her seferinde ama kalıyor öyle her seferinde... dışavurumlar için sağlıklı zaman değil sanırım kendi adıma.

susmak lazım. sözler ifade edildiklerinde anlamlarından ve özlerinden uzaklaşıyorlar bu ara. evet beynim yerden tavana takıntılı bir halde bu düşünceyle döşeli bir haldeyken, bir ara bulup yazamıyorum düşündüklerimi.

Pazar, Ocak 08, 2006

ESAS AKIL

Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar:

Adam:Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?

Doktor: Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz.
Bir kaşık, bir fincan, ve bir kova. Sonrada kişiye küveti nasıl
boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz.
Siz NE yapardınız?
Adam: OOO! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova
kaşık ve fincandan büyük.

Hayır, der doktor.
Normal bir insan küvetin tıpasını çeker.


Ders: Sadece bize sunulanlar dışında çözüm bulmaktır akıl.




e-posta kutusu - gelenler dosyasından sevgiler.

Çarşamba, Ocak 04, 2006

Pop nedir ki Avant'ı olsun?!

hemen söyleyeyim, başlık okuduğum bölümü duyduktan sonra ilk tepki olarak "amerika'nın kültürü mü var? ahahahaha"cı gerizekalılara ithaf edilmiştir.

az önce ipek'e dediğim gibi, çeviri çok zahmetli bir iş olsa da sonuçlandığı anda inanılmaz bir tatmin hissi ile dolduruyor yapanın içini. o metin artık sizin oluyor. tüm sözdizimlerini, noktasına virgülüne varana kadar sahiplenebiliyorsunuz yazarı kadar. çünkü ona yeni bir dil ve kültürde can veren kişi siz oluyorsunuz... özellikle de elinizde olan orijinal metnin üzerindeki oynamalara ve kelimelerin farklı bir dildeki anlamlarını bir ok çizimi mesafesinde gördüğünüzde içinizdeki "küçük dağları ben yarattım" düğmesine basılıyor bir anda. kendinizi ikiye ayrılmış bir dünyanın her iki tarafının da efendisi gibi hissediyorsunuz.

ama tabii öte yandan, o çeviriler yapılırken hiç de öyle hissetmiyorsunuz çünkü oradan oraya, o sözlükten bir diğerine, o metinden diğerine yapılan geçişler sonrası ambale olmuş beyniniz ara ara "eeh eytere bea!" tepkileri veriyor. çeviri yaparken dışavurumlar çok şiddetli ama bir o kadar da pasif agresif olabiliyor. bir yandan başladığınız o lanet işi bitirmye çalışıyorsunuz bir yandan da bir tarafınız "amaaan başlarım bu aşkın ızdırabına. bırak hadi şunu bırak bırak!" nidalarıyla sizi caydırmaya çalışıyor. ama hayır! "caymak yok" düsturuyla başlanan metnin sonuna kadar bu ikilemle cebelleşiyorsunuz ve bir bakıyorsunuz ki son cümledesiniz... evet o zaman dünyalar sizin oluyor ve itiraf ediyorum ki en zoru da en son cümle olduğunu bildiğiniz cümleyi çevirmek oluyor. bitmiyor bitmiyor bitmiyor bir türlü! inanılmaz değil mi?

velhasıl anlayacağınız üzere sevgili imagine room sakinleri, yine yeni bir çevirinin daha sonuna gelmiş bulunuyorum. hatta evet teslim bile ettim kendisini. çevirinin başlığı ise şuydu:

AVANT-POP MANIFESTO:
THREAD BARING ITSELF IN TEN QUICK POSTS

By Mark Amerika

eğlenceli bir metin aslında. çok da ilgi çekici noktalar var. bulursanız okuyun bir yerlerden diyeeğim çünkü sayfalarca yazıyı burada copy paste yapmak istemiyorum.

iyi öğledensonrasıhayalleri size!

Pazartesi, Ocak 02, 2006

paralel cümleler teorisi

sabah sabah ayrıldık... ama neyse ki aynı şehirdeyiz. ama aynı şehirde olup da görüşememek uzakta olduğu için görüşememekten daha mı iyi daha mı kötü bilemiyorum.

içimde kocaman bir boşluk var. bilmiyorum neyin boşluğu ama bu. okula gidesim hiç yok ama gitmeliyim sanki. içim sıkılıyor.

evimde, sıcacık mor battaniyemin içine gömülüp, erik satie fonlu günortasıhayallerine kapılmak çok huzurlu.

eskiden kalan birilerine gitmek istiyorum bugün. onları ziyaret etmek istiyorum. bana eskiyi hatırlatacak birilerine. eski halimle geride bıraktığım birine, şimdiki halimle gitmek istiyorum. konuşmak istiyorum. o konuşurken bir an için gözlerimi kapayıp şimdiki ben ve eski beni tanıştırayım istiyorum. yani bir aracıya, medyuma ihtiyacım var. bana eski beni anımsatacak bir medyum...

ocak 2, saat 12:18

kırılmış cümleler var içimde yüzlerce. kırılıp da başka bir yerde başka sözdizimlerinde devam eden cümleler. paralel cümleler teorisi de olsa olsa budur herhade.

iyi öğledensonraları herkese.

Günün kişisel keşfi

Keşif: Kendine güveni olmayan, sosyal alanlarda kamburunu çıkararak oturan insanlara tahammül edemiyorum.

Pazar, Ocak 01, 2006

Tanım 1

O odayı, eşyaları toplanmış, dört duvardan ibaret bir halde görünce kimsenin içinin benimkinden daha fazla acımamış olduğunu iddia edecek kadar o odayı yaşamış iki kişiden biri, ama sanırım sanal varlığına ilk anda heycanla rağbet etmemiş olanım..

demirbaşlar.
daimi üyeler.
misafirler.
genel-geçerler.

arasında, iki senelik duygu ve düşünce devinimine mekan olmuş yaşam alanı.
varoluş noktası.

Ya da belki de, çok basit ve yüzeysel anlamda: mutfağa gidip gelmesi en keyifli olan gri ama mutlu bir vaha.


devam edecek...